Anasayfa 2000'ler2021 Distopik Bir Toplumda Adalet Sistemi ve Gücün Manipülasyonu Bağlamında ‘‘The Devil Judge’’ Dizisinin Göstergeleri 
Distopik Bir Toplumda Adalet Sistemi ve Gücün Manipülasyonu Bağlamında ‘‘The Devil Judge’’ Dizisinin Göstergeleri 

Distopik Bir Toplumda Adalet Sistemi ve Gücün Manipülasyonu Bağlamında ‘‘The Devil Judge’’ Dizisinin Göstergeleri 

Vildan Bahçacı

“Medeniyet iki sütun üzerinde yükselir: Süngü ve açlık. Dolandırıcılarla namussuzların gönlüne göre bir düzen. Hakim-i mutlak: Para. Salnameleri kanla yazılı medeniyetin, münasebetleri yalan üzerine müesses: Yalan, kin ve kalleşlik. Medeni insan, içtimai bir yılandır, nezaket ve terbiye icabı yalancı olmak zorunda. Medeniyet, masallarla beslenir. Şiir ile nesir fazilet ve mutluluğu terennüm etmeli. Oysa medeniyette adet, boğazlaşmaktır, bir nas uğruna boğazlaşmak. Hem de manasını ve ne işe yaradığını anlamadan. Delil mi istersiniz? İnsan hakları ve hürriyetleri için yapılan katliamlar ortada. Medeniyet üçkağıtçılara saraylar yaptırır, dâhilere kümes.”

Fourier 

 

Giriş  

Eksiklik ve kusurlardan azade olmayan insanlığın, teknolojik gelişmelerle kendini en iyi versiyonuna ulaşmış zannetmesi, tözündeki nüveleri yakalamasını engellemekte; sanayi devriminin 4.0, 6.0, 7.0 gibi endüstri devrimleri görüntüyü kurtarırken, insanın insan olma cihetiyle kıymetli olan yanlarının hala emeklemekte olduğu görülmektedir. Mukadder Çakır “Medya ve Modernlik” kitabında insanların baş döndürücü bir oranda teknik gelişim gösterdiklerini fakat bir türlü barışçıl ve huzurlu bir yaşama giden yolu bulamadıklarını ifade etmektedir (2013, s. 12). Keza Covid 19 pandemisiyle kanıksanılanın aksine yeni bir yüzyıla girilen dünyada, tanıdık/bildik olan her şey değişmekte ve sanayi devriminin başlarındaki sancılı dönemlerin dijital bir sürümü yaşanmaktadır.  

Elbette her devirde olduğu gibi çok para, yönetme isteğini beraberinde getirmekte, bu süreçte demokrasi ve insan hakları, kurumsal yapı ve iletişim kanallarıyla çevrili insan topluluklarıysa algı ve manipülasyonlarla yönlendirilmekte/yönetilmektedir. Bu durumu Nietzsche insanların emredilmeyen şeyin ağır yükünü taşımak istemediklerini ancak onlara emredildiğinde en zor olanı yaptıkları şeklinde (akt:Çakır, 2013, s. 292) ifade etmektedir. Nihayetinde ötekinin kalmadığı ve istisnasız tüm insanların dahil olduğu bu proseste, aşırı enformasyona maruz kalan birey, çelişkili düşüncelerle karşılaşmakta, dayanılmaz ve içinden çıkılmaz bir kaos atmosferinde neye inanacağını şaşırmaktadır. Kendi dönemini anlatan Balzac’a göre işsiz olan ve akşama karnını nasıl doyuracağı belli olmayan bir kişi, potansiyel cani adayı sayılırken, 20. yy’da topluma uyum sağlamayan, kurallara uymayan herkes cezalandırılması gereken bir suçlu (Çakır, 2013, s. 254) kıvamı taşımaktaydı. 21. yy’da ise suç, toplumsal statüsüne bakılmaksızın, zengin, fakir, eğitimli ve eğitimsiz fark etmeksizin, herkese isnat edilebilir bir unsur haline dönüşmektedir.  

Neticede bir sosyal karalama meydanında yol almaya çalışan birey, kör şiddetin hayırseverlik maskesiyle servis edildiği, aşırı hırs ve açgözlülüğün toplumun bütün kesimlerine sirayet ettiği, tamahkarlık duygusunun satın alınmayacak insan bırakmadığı bir yolda ilerlemektedir. Keza biçimsel bir hale getirilen suç ve adalet olgularının içi boşaltılarak hayatlar çalınmakta, kişiliksizleştirilen insan yaşamı şeyleştirilmekte; herkese dokunularak oluşturulan korku atmosferinde insanlara ‘‘uy veya uyu’’ tavsiyesi verilmektedir (Çakır, 2013, s. 257). 

Bu bağlamda 2021 yılında çekilen Güney Kore yapımı ‘‘The Devil Judge’’ dizisinde de zenginlik veya fakirliğe bakılmaksızın -korku ve kötülüğün- eşitlerden başlayarak, kendinden güçsüz veya farklı olanlara doğru aktığı görülmektedir. Dizi, günümüz Kore’sinin distopik bir sürümünde yaşanılanları ele almaktadır. Toplumsal düzenin bozulduğu ve dünya genelinde sosyo-ekonomik sıkıntılarla boğuşulduğu bir salgın hastalık sonrasında gelişen olaylarla, toplumun üst ve alt kesimlerine yakından bakılmakta ve pastadan bir dilim koparma yarışındaki insanlar ekrana taşınmaktadır. Hâlihazırda adalet duygusunun yara aldığı, mahkemelere güvenin yüzde ona kadar düştüğü bir kondisyonla kayda giren dizi, adaletin yerini bulmasından ziyade hiç kimsenin işleyen sürecin dışında kalamadığını, suç/suçlu ve ceza kavramlarının nasıl yer değiştirebileceğini göstermesi açısından dikkat çekmektedir. Sürecin en acımasız yanı, her şeyin alınabilir/satılabilir olması gerçeğinin geldiği o noktada, artık insanların alınıp/satılması ve buna adalet mekanizmasının seyirci kalmasıdır. Öyle ki rasyonel düzlemden kopuk olarak ilerleyen, ekonomik, sosyo-psikolojik ve gündelik yaşamdan insanı şaşkınlığa sürükleyen olaylarla derinleşen dizi, bir bakıma irrasyonelliğin yaygınlığını ve olağanlığını gözler önüne sermektedir.  

İnsanın içindeki şeytanın nelere yol açabileceğine kapı aralayan, yargıyı acımasız ve adaletsiz bir oyuna indirgeyen, ayrıca sistemin tamamen manipüle edilebileceğine dikkat çeken dizide, sistemin güce karşı şansının olmadığını belirtilmekte ve gücün bir sistemi istediği gibi kontrol edebileceği vurgulanmaktadır. Filmde bu durum ‘‘Tamamen manipüle edilebilecek tek şey sistemin kendisidir. Sistem budur. Bir sistemin güce karşı şansı yoktur. Güç bir sistemi istediği gibi kontrol edebilir.’’ şeklinde açıklanmaktadır. Dahası şiddeti uygulayanların, buna maruz kalanların ve şiddete tanık olanların sayısının, tarihte hiç olmadığı kadar arttığı belirtilmektedir. Bu sebeple filmde asla zayıf olmayın. Zayıf olursanız kurban olursunuz. Sonuna kadar güçlü kalmalı ve herkese diz çöktürmelisiniz teması ağır basmaktadır. 

Bir bakıma The Constant Gardener (2005) filminde yer alan Theodore Kaczynski’nin, ‘‘aşırı toplumsallaşma insanlığın, bireye yaptığı en büyük zulümdür’’ sözüne de gönderme yapılmaktadır. Dolayısıyla insanlığın arka bahçesini istila eden güce karşı, yüksek kartların kimin elinde olduğu tahmin edilmeden önce, hangi oyunun oynandığı ve kartların değerinin nasıl değişebileceğinin anlaşılması gerekmektedir (Nye, 2020, s. 23). Hem bireysel hem de toplumsal anlamda belirli bir gelişmişlikten yoksunluk, yüzeysel olarak ne denli kurumsal bir yapı arz ederse etsin temelde, ancak kendi içindeki açmazları çoğaltmaktadır. Bu nedenle dizide düzenin çöktüğü hastalıklı Kore toplumu, çarpık ilişkiler, entrikalar, cinayetler ve ihanetlerle iç içe resmedilmekte; adaletin siyasete kurban edildiği bu yerde güvensizlik ve nefret artarken; çöken toplumsal hayat, günlük yaşamı kaos ve yağmalamaya sürüklemektedir. 

Distopik bir toplumda özellikle yargı erkinin nasıl çalıştığının/çalışmadığının işlendiği bu yapımda, sınır, otorite ve sistem, çoklu/karmaşık anlamlarla ilişkilenen bir sorunlar yumağı olarak seyircinin karşısında durmaktadır. İzleyici yargı, yasama, yürütme ve medya ilişkilerini, adalet kurumunun penceresinden seyretmektedir. Dizide toplumsal kaos, kader olarak nitelendirilmekte; daha önce hiç duyulmamış bir salgının ülkeyi ele geçirmesi neticesinde şehirler alevler içerisinde kalırken şirketler iflasa sürüklenmekte, insanlar da çaresizlikten sokaklara dökülmektedir. Baş gösteren yağma ve terörse varlıklılara/zenginlere duyulan anlamsız kine bağlanmaktadır. Suç oranlarında ciddi bir artışın yaşandığı, karanlık zamanların kol gezdiği ve dolayısıyla korku algısının pekiştirildiği bu despotik toplumda yaşananlara; ulusal bir kanaldan naklen yayınlanan pilot bir mahkemeyle çözüm sağlanma yoluna gidilmektedir. DIKE isimli bir uygulamayla, ilk kez bütün bir ülke jüri olarak yargılamaya katılmaktadır. Fakat Reality Show’a benzeyen mahkeme, zamanla modern bir sirke dönmekte, neticede insanların olduğu yerde adaletin hiç de kolay sağlanamadığının yanı sıra muktedirlerin yolsuzluklarının kronikleştiği distopik bir hayat gözler önüne serilmektedir. Bu süreçte dizide vatandaşların kararlarına tesir edilmekte, amaca giden her yol mübah sayıldığı için bu yolda etkileyici ve karizmatik kişiler kullanılmaktadır. Bir taraftan Kore halkı yargılanan kişinin suçlu olup olmadığına dair oy kullanma hakkına sahip olduğunu zannederken, diğer yandan yargıç kıyafetleri, mahkeme salonuna dair atmosfer ve benzeri detaylarla kamuoyunun nasıl kolaylıkla manipüle edilebilir olduğu vurgulanmaktadır.  

The Devil Judge Mahkeme Salonu

Canlı (Pilot) Mahkeme Salonu

Böylece pilot mahkeme aracıyla, halkın önemsiz suçlulardan öfkesi çıkarılarak, geçici bir katarsis sağlanmaktadır. Arka planda ise distopik sisteme neden olan muktedirlerin çıkarlarını koruma amacı çalışmaya devam etmektedir. Bu durum dizi ‘‘çalkantılı zamanlarda yargının iktidarının artması kaçınılmazdır; fakat kısa sürer. Sonunda her şey eski yerine döner ki kamu hassasiyeti ehlileşsin’’ şeklinde dile getirilmektedir. 

Her bir karakterin ve toplumun travmatik geçmişleriyle kurgulanan dizi, büyük çoğunluğun şeytani bir adam olarak gördüğü başyargıcın aldığı davalar etrafında şekillenmektedir. Mahkeme salonunun halka açılması ve hepsi kurgudan ibaret davaların adeta bir showa dönüşmesi halkın nazarında yargıç Kang Yo-Han’ın popülerliğini arttırmaya yaramaktadır. Öyle ki yapılan araştırma sonucunda yargıç Kang Yo Han’ın ülke çapında desteği artmakta ve ivedi bir ankete göre başkanlığa aday olması halinde, halkın yüzde 57,6’sının yargıca oy vereceği sonucu çıkmaktadır. Bu sonuç yargıcı bağımsız hareket etme noktasında güçlendirmekte, fakat muktedirlerin yargıcın ipini elinde tuttukları yanılgısı uzun süre varlığını korumaktadır. Kuklayı sahneye koyan arka plan lobicileri ve halkın güvenini kazanmayı amaçlayan politikacıların kendi kararlarının uygulayıcısı olarak gördükleri yargıç Kang’ın, duruşmalar ilerledikçe halka hizmet eder hale gelmesi dengeleri bozmaktadır. Hatta yargıca tam dozunda bir bombalı saldırı düzenlenmesi -öldürmeyecek fakat aklını başına toplayacak kadar- sonrasında halk saldırıyı düzenleyenlerin ortaya çıkarılmasını isteyecektir. Bu talep, ipleri ellerinde tutanları ürkütecek ve yargıcın üzerine giderlerse bir isyan bile başlayabileceği kanaati oluşacaktır. 

Moon Yoo Seok

Senarist Moon Yoo Seok

Dizi distopik bir toplumda geçen olayların anlatıldığı olaylar ve mahkeme sahneleri üzerine kurulu olduğundan; sahne ve replikleriyle yargı, yasama, yürütme ve medya dünyasına farklı bir açıdan yaklaşmaktadır. Dizinin senaristinin gerçek yaşamda hâkim olması, hukuk sistemi üzerinden toplumun manipüle edilişinin kurgusunu bir biçimde hakikatle birleştirmektedir. Dizinin senaristi olan Moon Yoo Seok, gerçekte de bir hakimdir. Romandan diziye uyarlanan Miss Hammurabi isimli farklı bir yapımda daha imzası bulunmaktadır. Mesleki kariyeri ki -Harvard mezunu ve sadece en iyilerin çalışabildiği Seul’de baş yargıç olarak görev yapmış birisi- hukukla ilgili yapımlardaki senaryoların güvenilirliğini attırmaktadır. Yargıçken bir örgütün kirli işlerini ifşa edince hükümet tarafından kara listeye alındığı bilinmektedir. Tüm bu nedenlerle Senarist Moon Yoo Seok, Kore adalet sisteminin koridorlarını bilen biri olarak deneyimlerini dizilerle topluma aktarmakta ve kuytu koridorların iç yüzünü göstermeye gayret etmektedir.  

Bilindiği üzere Mısır’ın doğruluk ve adalet tanrıçası Ma’at, başında bir tüyle resmedilmektedir. Terazinin bir kefesine ölen kişinin kalbi diğer kefesine bu tüy konulmakta; tüyün ağır gelmesiyle kişinin mutlak ve son yargılamadan temiz çıktığına inanılmaktaydı. Dizide de bu yargılama Kore hukuk sistemi özelinde ele alınmakta, olaylar gerçek yaşamda olabilecek davalarla bağlantılandırılarak, bilhassa nüfuzlu insanların para ve gücü nasıl kullandıklarına ışık tutulmaktadır. Canlı mahkemelerle ilerleyen davalar, gerçek manada bir yargılamadan ziyade büyülü ekran eşliğinde bir show’a dönüşmekte; mahkeme salonu, iddia makamı, sanık, savcı, hâkim, hukuk ve adalet distopik bir Kore toplumunda, pesimist bir bakış açısıyla verilmektedir. İzleyicinin kimin masum, kimin suçlu olduğunu kestiremediği; kime güvenip, kime yardım etmesi gerektiğine emin olamadığı ve hakikatin çok yüzlü olduğu değişken bir proses görülmektedir. Öyle ki dizide, -halk suçlu ve masum oyu kullanmaktadır- adalet terazisinin dengesi her an değişmekte ve ibre dizi boyunca olmadık açılara sapmaktadır. Sonuçta neme lazım deyip geçme, kıdemliden şüphelenme, kulak misafiri olma ve ihanet eğilimi toplumun neredeyse tamamına sirayet etmiş görünmektedir. Bu olumsuz ortamda dünyayı yönetenlerse krizi fırsata çevirmekle meşguldürler.  

Kaotik dizide suç/ceza ve felsefesi hakkında anlatılanlar, hukuk ve hak arama konusu üzerinde gerçekten düşündürmektedir. Tüm toplumun katılabileceği canlı mahkeme fikriyse başlı başına ilginç bir yerde durmaktadır. Alternatif veya yakın gelecekte mahkeme işlemlerinin neye evirileceğine ışık tutan bu yargılamalar, bir bakıma toplumsal baskının sosyal medyadaki tepkilere göre şekillendiği gerçeğini de bilinç düzeyine taşımaktadır. Hâkimin bir sanığı tutuklu yargılaması veya salıvermesi neredeyse toplumdaki infiale göre karara bağlanmaktadır. Toplumsal aksaklıkların konu ve işleyiş olarak farklı bir perspektiften ele alındığı dizide; adalet, mahkeme ve yargıçların yaşamlarının ne denli aşındığı toplumsal bağlantılarıyla birlikte yeni bir düzlemde seyredilmektedir. 

Her ne kadar halka canlı yayın aracılığıyla oy kullanma hakkı verilmiş ve suçluların halk tarafından yargılanmasına olanak sağlamış olsa bile gerçekte canlı duruşmalar bir plana göre gitmektedir. Ancak mahkeme zamanla sıradan insanları kışkırtmaya devam ettiğinden, ‘zenginler kötü de fakirlerin hepsi iyi mi?’ sorusu da bellekleri meşgul etmeye başlamaktadır. Charles Bukowski bu soruyu ‘‘İnsanların seni en çok sevdiği zaman, onların işine en çok yaradığın zamandır.’’ şeklinde cevaplamakta; toplumsal seviyesi ne olursa olsun insan, kendi çıkarlarına hizmet etmeyen kişi ve olayları anında kötücül olarak nitelemektedir. 

Kültür, Algı, Manipülason ve Güç İlişkisi 

Herkesin kanun önünde eşit olduğuna inanıyor musunuz?  

Dünyanın gerçek yüzünü görünce hayal kırıklığına mı uğradın? Zenginlerin gerçek yüzüdür o. Fakirler farklı mı sanıyorsun? İnsanlar eşittirler. Tamahın önünde.  

The Devil Judge Replik

Dil ve dile dayalı iletişim olgusu tarihin her döneminde kıymet taşımış, insanlar kendinden başlayarak çevreleri ve evrenle dilin iletişim kanalını kullanmak suretiyle etkileşim kurmuşlardır. Dolayısıyla bu durum bireyin aile, toplum ve kültürel boyuttaki fikir ve davranışlarına etki etmiştir. Etkileşim artık insanların birbirleriyle ilişkili olarak sergiledikleri toplumsal davranışları bile şekillendirmektedir. Bununla kastedilen şey, insanların “birbirlerine yönelik” bir şeyler “yapıyor” olmalarıdır ve bu yapım onların gerçeklik inşasının temelini oluşturmaktadır. Öyle ki insanlar, bizzat kendileri dünyayı çok yönlü iletişim süreçleri içinde “yaratmaktadırlar” (Hepp, 2015, s. 29). Bu yaratım, mensuplarından grup değer ve otoritesini benimsemeyi, kurallara uymayı ve amaçlarını gerçekleştirmek için iş birliği yapmayı (Kartarı, 2014, s. 147) istemektedir. Neticede birlikteliği oluşturan işaretlerin, geleneklerin, inanışların, efsanelerin ve düşüncelerin insanın üzerinde ne gibi bir tesir bıraktığı konusuna Şerif Mardin, toplumun simgeler sistemi veya kültür adını vermektedir (Mardin, 2018, s. 100).  

Toplumsal yapı tarafından yaratılan ve edimsel olarak mevcudiyetini koruyan kültür, kendini yenileme refleksine sahiptir (Kartarı, 2014, s. 29). Dolayısıyla kültür, toplumsal egemen ilişki formlarına rahat ve hızlı bir şekilde uyumlanmayı ve kabullenmeyi sağlamakta; konum ve geliri korumaya da hizmet etmektedir (akt:Çakır, 2013, s. 326). Farklı amaçlar devreye girdiğinde ise Theodor Adorno (2011, s. 61), kültürden söz etmek aynı zamanda kültürle ters düşmek anlamına gelir diyerek kültüre dair yeni bir bakış açısı getirmektedir.  

Beniger’e göreyse, DNA, organizasyon, resmi prosedür ve karar verme kurallarıyla genetik olarak; mekanik ve elektronik süreçler de algoritmalarla programlanmıştır. Ancak beyin, kültürel olarak programlanmıştır. Neticede toplumsal bütünleşme ve kontrolü sağlayan kültür programı, tek tek, her bir bireye sosyalleşme aşamasında verilmektedir. Kontrol algısıysa kültür programlama yoluyla taşınmakta, bireysel yaratıcılığı dışlamamakla birlikte her kişisel eylemde üstü kapalı bir biçimde varlığını hissettirmektedir (Hepp, 2015, s.  50-51). Nihayetinde kültür, bir topluluğun kendine has özelliklerinden oluşan, onu diğer toplumlardan farklı kılan ve ayrıştıran somut ve soyut bütün değerler olarak tanımlanmaktadır. Ancak burada kültürlerin herhangi bir ayrıma tabi tutulmaları ve bir değerler mekanizmasıyla puanlanmaları gibi bir durum akla gelmemelidir. Çünkü belirli bir yaşam şeklinin, bir dinin, bir öğretinin, bir düşünce tarzının ötekilerinden daha iyi, daha yüksek, daha doğru olduğunu ileri sürmek anlamlı değildir. Çünkü formel akla göre, despotizm, gaddarlık ve cebir kendi başlarına kötü değildir; eğer kurucularının kârlı çıkma olanağı varsa, hiçbir rasyonel makam diktatörlüğe karşı bile bir yargıda bulunmamaktadır (Horkheimer, 2018, s. 80). 

Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno’nun ‘‘Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz.’’ diye bir yargısı bulunmaktadır. Yazılıp çizilen ve defaten alıntılanan bu cümlesiyle Adorno, bir yandan yanlış hayata gösterdiği tolerans sebebiyle, mazeret üreten konformist eğilim ve popüler kültürü diğer yandan da o yaşamdan uzak olduğunu söyleyerek, doğru yaşadıklarını iddia eden elit perhizcileri saf dışı bırakmayı tercih etmektedir. Bu yönüyle Adorno, gerçeğin farkına varılmasını istemektedir. O, ‘‘Şeyleşmiş’’ bir toplum ve ondan türeyen çamurlu bir suyu andıran kültürel hayat karşısında, toplumu doğru yaşamaya yönlendirecek olan sanatı, sanatsal üretimi öne çıkarmaktadır. Bu kültürel çamuru Adorno, parmak uçlarında hissettirdiği rahatsız edici kaşıntıyı duyabilecek kadar ona bulaşmış, fakat onu reddedebilecek kuvveti de bu bulaşma sonrası kazanmış olmaya bağlamakta ve bir yadsıma duygusu geliştirmektedir (Aymaz, 2012, s. 279). 

Tıpkı deniz kıyısında yaşayanların bir süre sonra dalgaların sesini kanıksayıp onu işitmemeleri gibi insanlar da ağızlarından çıkan sözcükleri nadiren işitirler. Birbirlerine bakar fakat birbirlerini görmezler. Dünyaya ilişkin algıları solduğundan geriye sadece bir tanıma kalır. Bu nedenle sanatçı, betimleneni ‘‘yeni bir algılama düzlemine’’ aktarmaya çalışmaktadır. Shklovsky bu durumu, Tolstoy’un, bir biçimde ata dönüşen bir anlatımıyla örneklemekte, o görüş açısından toplumun gelenek, görenek ve kurumlarını soğurduğu öyküye dikkat çekmektedir (akt: Chomsky, 2014, s. 54). 

Buradan farklı toplumlara ya da aynı toplumun içindeki dinamiklere, tutarsız güç ve iktidar ilişkisi çerçevesinden bakmak ancak onlara kültür-ötesi bir algılayışla yaklaşmayı mümkün kılabilmektedir. Kültür kavramı üzerinde derinlemesine duran Adorno’nun buradaki uyarısı da dikkat çekmektedir. ‘‘Kültürden söz eden, bilerek ya da bilmeyerek yönetimden de söz ediyor demektir’’ (Kırel, 2018, s. 366). Marx’ın betimlediği Alman felsefesinin karakteristik etkisine yakın olan Habermas da toplumsal ilişkileri çifte bir indirgemeye, yani siyaset dışına çıkarmaya tabi tutarak, siyaseti hiç çaktırmadan etiğin ve kültürün sahasına geri fırlatmaktadır. Siyasi güç ve iletişim ilişkilerinden (anlaşmaya varmayı ve konsensüs sağlamayı olanaklı kılan kanıtsal konuşmanın şiddet bulunmayan gücünden), yani şekil değiştirilerek kurulan güç ilişkilerinin hemen hemen yok edildiği “diyalog” ilişkilerinden bahsetmektedir (Bourdieu, 2019, s. 84). 

Geleneksel medya, kültür inşa sürecinde diyalogdan ziyade monolog üzerine kurulu olduğundan uzun yıllar kitle toplumunun, kitle kültürünün tüketicisi olmak durumunda kalan insanlar, sosyo-ekonomik seviyeleri nedeniyle erişemedikleri fakat heves edip özdeşleştikleri insanların konumuna çıkmayı istemişlerdir. Bu insanlar gerçek yaşamda bulundukları yer ile hayat ettikleri yer arasında gözle görülür statü sembolleri edinmek adına, sosyal mevcudiyetlerine ters düşen bir harcama kalıpları edinmektedirler. Bir taraftan düzenin devamı sağlanırken diğer yandan yoksunlaşma attığından kitle kültürü sosyalize olmaktadır (Oskay, 1978, s. XVII). Görüldüğü üzere kültür bulaşıcı bir aktarım sağlamaktadır. Taşıdığı öğelerin olumlu ya da olumsuz olmalarından bağımsız olarak kültür, içerisine aldığı her şeyi kendine benzetmektedir. Kültürün kendi içerisinde oluşturduğu algı kalıplarıysa bütün toplumlarda mevcut olan bir durumdur. Kültürden kaynaklı algı farklılıklarının nasıl ortaya çıktığına dair tanımlamalara bakıldığında; devletlerin ve toplulukların algılanmalarının, kişisel olarak doğru ve yanlış ifadeleri üzerine kurulduğu ya da sadece önyargılarla hareket edildiği görülmektedir.  İnsanlar ve toplumlar diğer topluluklarla ilgili olarak tek veya çift yönlü haberleşme araçları vasıtasıyla zihinlerinde bir imajinasyon oluşturmakta ve algılamalarına bu resim üzerinden yön vermektedirler (Uzer, 2014, s. 297). 

Sonuç itibariyle algılamalar ve kültür ögeleri de zamanla değişkenlik arz edebilmektedir. Bunun nedenleri: 1) Tüm toplumlarda kültür ve ideolojik öğelerin kapalı olmayıp ve bazı yorumlara açık olmasında yatmaktadır. 2) Her insan kültür değerlerini aynı şekilde benimsememektedir. 3) Kültür ve ideoloji sadece empoze edilmemekte insanlar kültürü aynı zamanda kendi amaçları için de kullanabilmektedirler (Mardin, 2018, s. 118). 

Kültürün belirli bir amaç doğrultusunda kullanımı modern zamanlarda, bir yandan bilincin özelleştirilmiş (privatized) yanını şekillendirirken; diğer yandan insanları gaddar, seçkinci, Veblen’deki anlamıyla yarış hastası ve rekabetçi motivasyonlarla sarıp sarmalamaktadır. Neticede bireyler sosyal yaşamda karşılaştıkları olaylara benmerkezci bakmakta, kendinden başkasına acımamakta ve meseleleri kişisel hırslarıyla halletmeye çalışmaktadırlar. Bu güdülenmeye sahip olmayan kişilerin tesirsiz ve zararsız kılınması için bunlara soap operalar sunulmakta, gerçek yaşamdan kaçıp reel orta sınıfın ebedi banliyösüne çekilmeleri sağlanmakta veya son zamanlarda farklı bir yöntemle alt kültür adacıklarına kapanma imkânı yoluna gidilmektedir (Oskay, 1978, s. XXV).  

Söz konusu kültür adacıklarına farklı bir şekilde yaklaşan Altheide ve Snow, Amerikan kültürünü medya kültürü olarak adlandırmışlardır.  Medya mantığını, dar anlamlı medyadan medya dışı kurumlara taşımakta ve onları da etkileyerek değiştirip dönüştürdüğünü söylemektedirler. Buna din, siyaset ve spor üçlüsünü örnek olarak vermiş ve bu toplumsal alanların medyasallaşarak şekillendiğini ileri sürmüşlerdir. Onların ifadeleriyle söylenecek olursa ‘‘bu kurumların biçim ve içerikleri yeniden şekillenmekte’’ ve her büyük kurum medya kültürünün bir parçası haline gelmektedir (Hepp, 2015, s. 78). Eğitim kurumu da medya kültüründen etkilenmekte, kültürün inşa edildiği aile, okul ve toplum üçlüsü önemli bir yerde durmaktadır. Öyle ki aile ve toplumda informel bir yola edinilen kültür okulda formel bir eğitim ve öğretim formuna bürünmektedir.  

Pierre Bourdieu (2019, s. 99), kültürün şekillenmesinde ve toplumda saygınlık kazanmada okulun aldığı anlamı sorgulamakta ve devlet soylularının sosyal etiketlerini okulda edindiklerini ve yeterliliklerini tahsil unvanlarında bulduklarını savunmaktadır. 19. yüzyıl kentsoylusu meşruiyetini ve vicdani kanaatini, yoksulluğu hak edenle, öngörüsüzlükleri ve ahlaksızlıkları nedeniyle mahkûm edilen ötekiler arasındaki ayrıma bağlamaktadır. Bu anlamda devlet soylularının bile yoksulları diğer bir deyişle dışlanmış olanları bulunmaktadır.  Bu kişiler hem geçim kaynağı hem de var olmanın sebebi olan çalışma hayatının dışına itilmişlerdir. Atık kimin seçileceği ya da dışlanacağının ölçütü reel ve evrensel kurallara göre düzenlenmektedir. Tanrısal yetenek mitosu ile zekâ ırkçılığı, ahlaki ve politik argümanlardaki farkların ötesinde, yönetimdekilerce bizzat yaşanan sosyalleşmenin merkezinde yer almaktadır. Böylece zekâ meşruiyetin kabulü, yoksulluk ve başarısızlık da her şeyin başarı kriteriyle ölçüldüğü performans odaklı kültürde üşengenliğe, kavrayışsızlığa veya ahlaki yoksunluktan ziyade aptallığa atfedilmektedir. Bu durum Kant’ın biçimsel nesnellik tanımınca ‘‘vuku bulan her şey bir kurala göre kaçınılmaz olarak takip ettiği bir önceki durumu ön gerektirmektedir’’ (Adorno, 2019, s. 226). 

Sistemin öğreti ve çıktılarının üzerine kurulu olan 21. yüzyıl, bilginin mutlak egemenliğini ilan ettiği bir yerde durmaktadır. Bilgi strateji olacaksa, bilgiyle rekabet edilecek, analiz yapılacak, para kazanılacaksa, tüm donanımlarına hâkim olmak gerekmektedir. Bunun için bilginin kendisinin muhkem, tutarlı, nitelikli, sahi, zengin ve güncel olması önem taşımakta (Aksu, 2013, s. 121) bilgi üzerine kurulu dünyada bilinçli kültür ve algılamaları ön plana çıkmaktadır. Çünkü belleğe yerleşen ve olumlu ya da olumsuz bağ kurulan her bilgi, insanların ve toplumların algılamalarını şekillendirmektedir. Bilgiler ne denli doğru ve objektifse oluşan algılamalar da o denli pozitif, bilgiler ne denli yanlış ve subjektifse oluşan algılamada o denli negatif olmaktadır. Dolayısıyla tek tek kişilere ve toplumlara aktarılan bilgiler, daha efektif ve geri dönülmez sonuçlar doğurmaktadır (Uzer, 2014, s. 298). Sonuçta sembolik mücadelede önem atfedilen konulardan biri de bilginin gücü olduğundan sisteme dahil edilmiş bilgi araçları, toplumsal yaşamı algılama ve değerlendirmede dünya görüşünü belirleyen ayrım kaidelerini, (zengin/yoksul, siyah/beyaz, milli/yabancı v.s.) artık iktidarla iktidarın dile getirdiği gösterme ve inandırma kuvveti şeklinde tezahür ettirmektedir (Bourdieu, 2019, s. 220).  

Sözel gücün tesiri hakkında Freud, Le Bon’un görüşlerini aktarırken söz ve sloganların bir huşu atmosferiyle kitleler önünde ifade edildiğinde, insanların yüzlerine bir hürmet ifadesinin yerleştiğini ve başların eğildiğini söylemektedir. Ustalıkla kullanıldığında sözler ve işaretler, bir süre sonra sihirbazların banlara taktıkları esrarengiz gize dönebilmektedir (akt:Cevizoğlu, 2019, s. 67).  

Burada içerisinde esrarengizlik barındıran algılamanın, yanılsamadan ibaret olma durumu üzerinde durmak gerekmektedir. Şöyle ki, mağaradakiler mağaradan çıkma cesaretini gösterebilseler, dışındaki esas gerçeği görebilecekler ve içerideki gölgelerin kaynağını öğrenebileceklerdir. Mağara terk edilmedikçe gölgeler, gerçek olarak algılanacaktır. Eflatun’un mağara alegorisi göstermektedir ki, insanların beyninde gerçekleşen algılamalar her zaman gerçeği yansıtmamaktadır (Uzer, 2014, s. 295). Sonuçta algı her daim bir karşı algı doğurmakta; ama haklılığı garantilememektedir. Çünkü algı aynı zamanda kişinin, kendini olumsuz şeylerden ayrı tutma korumacılığının üzerine oturduğundan genel olarak insanoğlu, kendini bu tarz bir operasyonun öznesi olarak kabul etmemektedir. Yine bu durumda kendini yaşanan olaylardan ayrıymış gibi düşünmektedir. Bostancı, “Siyaset ve Medya, Alacakaranlığın İki Atlısı” kitabında ‘‘Algı gayet insanidir, ancak algı yönetimi bir kast halidir’’ demektedir. 

Psikolojik, fizyolojik ve hatta sosyo-psikolojik olarak nitelendirilen ve belirli bir süreç üzerine kurulu olan algı, insana has bir özelliktir ve insan hayatının her alanında görülmektedir. Algı; akıl erdirme, anlam, anlayış, anlamlandırma, anlama yeteneği, kavrayış, bir olguya erişme, kavuşma, ulaşma, idrak etme gibi sözcükler ile eş anlamlı olarak kullanıla gelmektedir (Eraslan, 2018: 47). Algı, insanların algıya maruz kaldıklarının farkında olmama durumundan beslenmektedir. Yalan-Roman’ında Emile Ajar (Romain Gary) ‘‘Nefret ettiğim bir şey varsa, o da yalandır; aşırı derecede dürüst olur yalanlar’’ demekle bir anlamda bu farkında olmama durumuna gönderme yapmaktadır. 

Keza algı bireylerin çevrelerinde bulunanlarla yaşananlara yönelik etkilenmeleri ve tanık olmalarıdır. Bireyler, duyu organları vasıtasıyla, görme, duyma, koklama, dokunma ve tat alma duyularıyla etraflarında olup biten her şeyi işleyerek bir çıkarım ortaya koymaktadırlar. Olup biteni fark etmek algılama, ortaya çıkan çıkarım ise algı olarak tanımlanmaktadır. Algılamanın bilinçli bir şekilde oluşması ve gerçekleşebilmesi için bireyin çevresindeki verilerin bir anlamının olması ve kişinin bu verileri anlamlandırılabilmesi gerekmektedir. İnsanın çevresindeki verileri yorumlaması, değerlendirmesi, anlamlandırması ve bilinçli şekilde zihinsel bütünlük oluşturmasına algılama denilmektedir (akt: Özarslan, 2014: 6). 

Algıladığımız bir obje realitede olan beş duyu organı aracılığıyla bilinen şey olabileceği gibi, o anda orada bulunmayan nesne ve olaylarla da ilgili olabilir. Birey kâinatı algılarken duyu organları ile reelde olanları algıladığı kadar şâyia, zihin ve hayallerin katkısıyla da hafızasında yeni bir realite oluşturabilmektedir. Sosyal hayatımızda da aynı şekilde davranışların neden, sonuç ve işleyişini anlama aşamasında algılarımızın, daha önceden yaşadıklarımızı ve hayallerimizi bir araya getirerek yeni bir bütünlük ve realite ortaya koyduğu görülmektedir (akt: Aktaş, 2019: 2). 

Toplumsal algı ile ilişkilendirilen boyun eğme, özdeşleşme, benimseme etkiye uyma gibi kavramların oluşması için lazım olan ortam, aynı zamanda sosyoloji açısından “toplumsallaşmanın araçları” olarak tanımlanmaktadır. Aile, okul, iş ve arkadaş grubuna artık medya da eklenmekte ve diğer bir toplumsallaşma aracı sayılmaktadır. Kişinin toplumla olan ilişkisi, medya araçları veya ortamlar sayesinde toplumsal algıyı ortaya çıkarmaktadır (akt: Tüysüz, 2019: 41). Bu çerçevede algılama olgusuna yakından bakıldığında, farklı toplumlara özgü farklı algılamalar olduğu bilinmektedir. Mesela bir Alman için çalışkan, disiplinli ve dakik; bir İsveçli için soğuk ve çekingen; bir Fransız için de kadın ve yemek eğilimli biçiminde algılamalar söz konusudur (Uzer, 2014, s. 297). 

Satranç öğrenenler için ilk ders, iyi bir hamle seçiminden ziyade kaplanacak kare sayısıdır. Ekseriyetle, oyuncu ne kadar çok kareye sahipse, o kadar çok alternatifi olmakta ve karşısındakinin hareketleri bir o kadar çok kısıtlanmış olmaktadır. (Kissinger, 2000, s. 803). Neticede köşeye sıkışan insan paniklemekte ve hatta korkmaktadır. Korkutulan insan daha fazla aksiyon alma ihtiyacı duymakta ve davranışları rahatlıkla manipüle edilebilmektedir. Sırf bu sebepten işverenlerce reklamlarla kazanılmayacak denli büyük ciroların elde edilebilmesi için gerçekliğin korkutucu yüzü ileri sürülmektedir. Belli noktalara temas edebilenlerin iletişim araçlarını kullanma ve algıyı kaydırma gücü burada kendini göstermektedir (Tınas, 2013, s. 119). Bağlamından koparılan tüm algılamalar kişiyi, General Motors’un Başkanı Alfred Sloan’ın dediği gibi, ‘‘hasta yatağının ayakucunda nazik olmak, doğru teşhisin yerini tutmadığı’’ (Gates, 1999, s. 309) gerçeğine götürmektedir.  

Bu nazik olma durumuna manipülasyon da girmekte insan aklı, yaşanan bir olayı olmamış, yaşanmayan bir olayı da olmuş gibi algılayabilmektedir. Bir psikolojik manipülasyon ve taciz yöntemi olan ve Gaslighting kavramı ile ifade edilen bu durum; bireyi kendi hafıza, algı ve akıl sağlığını sorgulayıp irdelemeye iten kötü yönlendirmelerin bütünüdür. Terim, adını Gas Light (Gaz Lambası) adlı 1938 yapımı bir oyundan almakta; buradaki erkek karakter, eşini deli olduğuna ikna etmeye çalışmaktadır. 2022 yılında Merriam-Webster online sözlüğünde gaslighting kelimesini arayanların sayısı yüzde 1740 artınca bu kelime sözlük tarafından yılın kelimesi olarak belirlenmiştir. Fark edilmesi güç olan ve peyderpey dikte edilen bu yönlendirmeler, idealleştirme, değersizleştirme ve gözden çıkarma şeklindeki üç aşamayı izlemektedir. Bu süreçte yanıltıcı bir şekilde gerçekle bağı koparılan kişi veya kişiler, kendilerinden şüphe etmekte, aciz ve yalnız hissettikleri için olaylar arasında bağlantı kuramamaktadırlar (Wikipedia, 2022). Edilgenleşen bu insanlarda Freud’a göre ‘thanatus’2 hali gittikçe artmakta; güdümlenme sonucunda oluşan psikolojik hastalıklar, sadece alt kesimlere değil toplumun bütününe sirayet etmektedir. Bilinç endüstrisi imalatı, bu hastalıklara uyan figürler/kahramanlar yaratarak oluşumu daha bir derinleştirmektedir (Çakır, 2013, s. 238). 

İlaveten manipülasyon, güçle ilişkilendirildiğinde sıradan vatandaşın bir manipülasyonun nesnesi olduğunu anlaması; nerede başlayıp, nerede bitiğini kestirmesi çok daha zor olmaktadır. Foucault da Panoptisizm3 isimli makalesinde, makine ve iktidarlara hizmetkar olan ve nesneleşen insanlardan bahsetmektedir. Foucault, Bentham’ın mimari Panoptiko’unu siyasete, insan-iktidar ilişkilerine uygulamakta; hareket noktası olarak 17. yy’da yayınlanan ‘Veba Talimatnamesini’ seçmektedir. Bu talimatnamenin arkasında başkaldırı, suç, serserilik, kaçış ve düzensizlik içinde yaşamak zorunda kalan, kaybolan veya ölen insanların karanlık hatırası bulunmaktadır. Bu nedenle Foucault, bu talimatnamedekileri cüzzam önlemleriyle karşılaştırmakta ve bir cüzzamlının, toplumdan ayrıştırılması sürecinde vebalı katmanlara (sınıflara) ulaşmaktadır. İnsanlar ilkin işaretlenmekte daha sonra çözümlenerek ayrıştırılmaktadırlar. Neticede cüzzam, ‘dışlama törenleri’ ile bir topluluğun saflaştırılması; veba ise ‘disiplin edilmiş’ bir topluma göndermede bulunmaktadır (Cevizoğlu, 2019, s. 205). Böylesi toplumlarda iktidar sahipleri uzun uzun konuşamayan ama yekdiğerinin yapıp ettiklerinden ve sahip olduklarından haberdardır. İktidar sahiplerinin mutat olarak yaptığı, birey ve toplumu denetleme/gözetleme isteği, günümüz iletişim imkanlarıyla yaşamın bütün alanlarına sirayet etmektedir. Hatta zengin ülke vatandaşları yerine göre terörizme karşı mücadele gerekçesiyle taptaze otoriter düzenlemelere tabi kılınmakta ve bu kontrol edilme durumlarına çıt çıkaramaz duruma gelmektedirler (akt:Çakır, 2013, s. 50). Dolayısıyla kişisel yakınlaşmalarda bile iktidar ilişkisinin gölgesi ağır basmakta (Çakır, 2013, s. 61)  ve bu bir doxa4 olarak tabandan tavana devletin her yerine nüfuz etmektedir. Nedeni şu ki güç, birçok kılığa bürünebilmektedir (S. Nye, 2020, s. 12). 

İnsanların hayatlarında sık sık kullandığı ya da karşılaştığı güç kavramı, ilişkileri derinden etkilemesi bakımından da ayrı bir yerde durmaktadır. Gücün varlığı ve oynadığı rol önemli olmakla beraber, tanımlama anlamında, içerisinde ne, nasıl ve niçin açmazları da bulunmaktadır. Bu nedenle güç kelimesi kuvvet, tesir, otorite, denetim, müeyyide, ikna, vazgeçirme, zorlama v.s. gibi kelimelerle ifade edilmeye çalışılmaktadır (Ayhan, 2014, s. 61). Güç kavramı, sosyal bilimlerdeki diğer kavramlar gibi, çeşitli tanımları yapılan ve çeşitli bağlamlarda ele alınan bir kavram olarak; kimilerine göre kapasite, kimilerine göre etki, kimilerine göre de ancak kıyaslandığı takdirde değeri ölçülebilen göreceli bir kavram; bir anlamda siyasetin yegâne gayesi ya da amaca ulaşmada bir araç olarak ifade edilmektedir (Arı, 2008, s. 136).  

Joseph Nye (2020, s. 19) gücü, hava durumuna benzetmekte, herkes hakkında konuşup ona bağlı olmasına rağmen çok az insan hava durumunu anlamaktadır. O’na göre çiftçilerin ve meteorologların hava durumu tahminleri gibi siyasi lider ve analistler de ilişkilerde gücü tanımlamaya ve öngörmeye çalışmaktadırlar. Gücü ayrıca aşka benzetmektedir. Aşkın yaşanması, tanımlanmasından ve ölçülmesinden daha kolay olsa da Nye’a göre bu onun gerçekliğini azaltmamaktadır. Temel anlamda bir şeyi yapabilme kapasitesine güç denilmektedir. Bu bir kişinin, istediği sonuçları elde edebilme kapasite ve yeteneğiyle ilişkilendirilip, diğerlerinin davranışlarını etkileme ustalığı manasına gelmektedir. Kısaca başkalarının davranış ve fikirlerini etkileyerek istenen sonuçları elde etmektir.  

Netice itibariyle bir egemenin varlığına ihtiyaç duyan bu kavramı Hobbes, ünlü Latince ifadesi ile ‘‘bellum omnium contra omnes’’5, yani herkesin herkesle savaştığı bir dünyada, düzenin kurulması için mutlak bir gereksinim olarak görmekte ve hiçbir egemen gücün varlığını yokluğu kadar zararlı bulmamaktadır. Hâkim, düzenleyici bir gücün yer almadığı bir yerde, diğerlerinin kendi gibi davranmadığı zaman ve ortamda, insanın alçak gönüllü, uyumlu, sözlerini tutan biri olması; doğa yasalarına aykırı olarak insanı başkalarına yem yapmaktan ve kesin mahvına yol açmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Anarşi ve düzen arasında bir tercih ancak yöneticinin gücü ile ifadesini bulabilmektedir (akt:Arıboğan, 1998, s. 86). 

Meşhur siyaset bilimci Robert Dahl’ın klasik tanımlamasına göre güç, en sade şekliyle X diye nitelenen bir aktörün, Y aktörüne istemediği, arzu etmediği bir şeyi yaptırma kuvveti olarak tanımlanmaktadır. Elbette ki bu aktörler yerine göre kişi, grup ya da ülkeler olabilmektedir. Hans J. Morgenthau ise gücü, bir insanın diğer insanların eylemleri ve düşünceleri üzerindeki denetimi olarak ifade etmektedir (Ayhan, 2014, s. 60). 

Nye, (2020, s. 19) kimilerinin gücü dar bir kapsamda sadece emir verme ve zorlama olarak düşündüklerini ifade eder. Bir bakıma bunu, karşınızdakilere ‘‘başka türlü yapmayacakları bir şeyi yaptırabildiğinizde’’ deneyimlersiniz der ve ekler; ‘‘Zıpla’’ dersiniz, zıplarlar. Başlarda basit bir güç kontrolü gibi görünse Nye’a göre aslında göründüğü kadar basit değildir. Çünkü bu emri verdiğiniz kişilerin, örneğin Nye’ın torunları gibi, zıplamayı zaten sevdikleri varsayıldığında, şartlar değiştiğinde güç de değişmektedir. Bu sebeple güç her zaman ilişkilerin içinde bulunduğu duruma bağlanmıştır. Öyle ki bir diktatör kendisine muhalefet edenleri hapse atabilir veya idam edebilir; fakat muhalif hakikaten şehit olmayı arzuluyorsa, bu o diktatörün gücünün olduğu anlamına gelmemektedir.  

Hâlihazırda süren eşitsizliğin kayda değer bir kısmı devlet politikalarının, devletin yaptıkları kadar yapmadıklarının da bir neticesidir. Çünkü devletlerin geliri, üst kesimlerden alt ve orta kesimlere aktarma veya aksini yapma kuvvetleri bulunmaktadır (Stiglitz, 2015, s. 79). Bu keyfiyet iktidarı, insanlar üzerinde kullanmanın, insan ilişkilerinde egemen olmanın ve tehlikeli biçimde bir araya gelmelerini engellemenin; dahası iktidarın, toplumun kılcal damarlarına girmesinin yolunu sağlamaktadır (Cevizoğlu, 2019, s. 206). 

Bu süreçte güçle birlikte akla gelen güç dengesi, gücü elinde bulunduranların gözettiği bir kavram olagelmiştir. Fakat bu mekanizma, belli şartların sağlanmasıyla işlerlik kazanmaktadır. Sürekli mücadele içeren gücün uygulanması prosesi, genellikle dört ayrı yöntemle yürütülmektedir. Bunlar ikna, ödüllendirme, cezalandırma ve zor kullanmadır. İçlerinde zor kullanmayı diğerlerinden ayrı tutmak gerekmektedir. İlk üç alternatifte kuvveti uygulayan aktör, kuvvet uygulanana bir seçim hakkı tanırken, zor kullanmada kuvvet uygulananın seçim opsiyonu tamamıyla saf dışı bırakılmaktadır. (Ayhan, 2014, s. 63). 

Hali hazırda 21. yüzyılın getirdikleri, geleneksel güç olarak kabul gören birçok stratejiyi engele çevirebilmektedir. Gelinen noktada hayat mücadelesi içindeki fakir insanlara sempatiyle bakılıyorken en üstteki zengin kesime artan bir oranda öfkeyle bakılmaktadır. Toplumsal skalanın üstünde yer tutanların kazandıkları parayı hak ettiklerine dair sosyal bir fikir birliğinin olduğu ve takdir/hayranlıkla karşılandıkları yıllar çok gerilerde kalmıştır. Son krizler göstermektedir ki, banka yöneticileri büyük kayıplara karşı büyük ikramiyeler almakta, şirketler maaşlarını ödeyemedikleri bahanesiyle çalışanlarını işten çıkarmakta fakat bu paralarla yönetici ikramiyelerini katlamaktadırlar. Günün sonunda bu insanların zekâlarına duyulan hayranlık, duyarsızlıklarına duyulan bir öfkeye dönüşmektedir (Stiglitz, 2015, s. 70). Ancak iktidar, algı yönetimi ve cazibe yaratma konusunda oldukça deneyimli olduğundan, hayatı cehenneme çeviren büyük güçlerin, aklanıp paklandığı bir tarih yazılması mümkün olabilmektedir. Bu da iktidarların, toplumları istediklerinde nasıl işlevsizleştirilebileceğini göstermektedir. Keza gücün, istendiğinde kuralları kendine tabi kılabileceğini gözler önüne sermektedir. 

 Hakikatte eldeki tüm olanaklar, ancak doğru kullanıldığında bir gücün varlığından bahsedilebilmektedir. Bunun için korkudan sıyrılmak ve güce temas edebilmek gerekmektedir ki; anlaşabileceği, uzlaşabileceği ve tanıdığı şey, artık insana korku vermemektedir. İnsanın neyden ne kadar korktuğu dünya anlayışına, bu dünyada hangi tehlikeli güçlerin olduğuna ve bu kuvvetlere karşı kendini korumak için ne gibi imkânlara sahip olduğuna bağlıdır (Svendsen, 2017, s. 35). Çünkü bu imkanlar, hakikati söylemeye olanak tanımaktadır. Öyle ki Antikçağ ahlakında öznenin kendisiyle ve başkalarıyla kurduğu etik ilişkinin ana prensiplerinden olan ‘parrhesia’ kelimesi, açık konuşma, açık sözlülük/yüreklilik veya konuşma özgürlüğü manasına gelmektedir. Parrhesiastes ise sadece doğruyu söyleyen insandır; ancak yaltakçıdan ve retorikçiden farklı olarak, sahiden doğru olduğuna inandığı şeyi, cesurca dile getirmektedir. Bu sebeple Michel Foucault, parrhesia çalışmalarının temeline ‘‘kim hakikati söyleyebilir?’’, ‘‘hangi konuda hakikat söylenebilir?’’, ‘‘hakikati söylemenin sonuçları ne olur?’’ ve ‘‘hakikatin iktidarla olan ilişkisi nedir?’’ sorularını koymaktadır (akt: Tosun & Berk, 2018, s. 145-147). 

Dolayısıyla Yunanlarca bir gramer öğretmeninin öğrencilerine hakikati söylemesi ve söylediklerinin doğru olması, onun bir hakikat anlatıcısı olduğu manasına gelmemektedir. Ancak bir filozofun, onu sürgüne gönderebilecek veya ölüm cezasına çarptırabilecek bir iktidara, despotluğunun hakikatle bağdaşmadığını dile getirmesi, o filozofu, parrhesiastes yapmaktadır. Öyle ki parrhesia, tehlike karşısındaki cesaretle bağlantılıdır ve somut bir tehlikeye rağmen hakikati söyleme cesaretine sahip olunmasını gerekli kılmaktadır. Hiçbir şekilde iktidardan bir pay almak gibi derdi bulunmamaktadır. Keza bir hatibin, popülerliğini kaybetme pahasına çoğunluğun düşünceleriyle uyuşmayan bir gerçeği ifade etmesi de parrhesia’dır. Aynı biçimde bir dostu kırma veya öfkelendirme pahasına hakikatin dile getirilişi de parrhesia’ya işaret eden bir risk sayılmaktadır (akt: Tosun & Berk, 2018, s. 148). Manipülasyonu parrhesia’dan ayıran en büyük fark hep kazançlı çıkmasıyken, parrhesia’nın zararlı çıkma durumu daha büyük bir olasılık olarak belirmektedir.  

Antik çağın aksine modern zamanlarda her türlü bireysel ifade ve karşı duruş artık otoriteye karşı çıkıştan ziyade sitem içi etiğe uygun biçimde Donkişotluk, delilik veya çıkar uğruna işlenmiş olarak kabul görmektedir. Verili etiğe, egemen kültüre uymayan, mesele çıkaran birey, modern hayatın daha az şiddet içerdiğine dair yenilenen sürekli resmi söyleme gölge düşürdüğünden dışlanmaktadır. Zamanında Victor Hugo suçu aşağıdan gelen bir darbe olarak tanımlamakta, Nietzsche ise küçük suçu, kurulu düzene bir isyan olarak tanımlamaktadır. Dahası totaliterin sahiplendiği ve kimseye kaptırmadığı şiddet tekeli olgusu vardır ki Foucault’a göre medeniyet bunun üzerine kuruludur. Kitlelerin yığınlığı ve pasifliğiyle bu şiddet tekelinin sürekliliği sağlanmakta; cezalar da törensi bir nitelik kazanmaktadır (Çakır, 2013, s. 237). Yıllar var ki, bireyliğin ve bedenlerin görüntüleri insanların ellerinden alınmakta, dönüştürülmekte ve rızalarına muhalif bir biçimde manipüle edilmektedir (akt:Çakır, 2013, s. 175). 

Bununla birlikte insanlar gücü, güç üreten kaynaklarla özdeşleştirmekte ve güç, sonuçlara tesir edebilen beceri ve kaynaklara sahip olmak olarak ele alınmaktadır. Sert güç kaynaklarındansa yumuşak güç kaynaklarını kullanmak daha yavaş, daha karmaşık ve daha külfetli (S. Nye, 2020, s. 144) olsa da istenen sonuçlara ulaşmada etkili olmakta; baştan çıkarmanın gücüyle örtüşen yumuşak güç (S. Nye, 2020, s. 29) sert gücü savuşturmaktadır. 

Yumuşak güç nedir? İsteklerinizi baskı ve karşılığını ödeme yerine, cazibe yoluyla elde etme maharetidir. Keza kültürün, politik ideallerin ve siyasetin cazibeyle yayılmasıdır. Yaptıklarınızın kabul görmesi ve benimsenmesi, yumuşak gücünüzün varlığına işaret eder. Bu nedenle yumuşak güç, diğerlerinin tercihlerini biçimlendirme kabiliyetine yaslanmaktadır. Kaldı ki bireysel olarak herkes cazibe ve baştan çıkarmanın etkisine şahit olmuştur.  Evlilik veya ilişkilerde de güç, daha büyük ve baskın olandan ziyade cazibenin gizemli doğasına bağlıdır. İş dünyasında zeki yöneticiler, liderliği sırf komut vermeye bağlamamakta; davranışlarıyla örnek olmakta ve çalışanlarına istediklerini yaptırma cazibesini sergilemeye önem vermektedirler (akt: Nye, 2020, s. 24). Yumuşak güç, yalnızca cazibe anlamına gelmemektedir. İnsanlar tehditler ve ödüllerden etkilenebildiğinden yumuşak güç, insanları belirli argümanlarla eyleme geçirmekten daha fazlası sayılmaktadır. Bir anlamda akıl çelme ve cezbetme hüneridir (Sancar, 2012, s. 26).  

Elbette bu süreçte yalnızca görünür güç kaynaklarına sahip olmak yeterli olmamaktadır. Temel mesele güçle, hangi mesajların yollandığı, hangi şartlarda/kim tarafından alındığı ve istenen sonuçlara nasıl bir katkı sağladığıdır. Yumuşak güç insanların mecburiyetten ziyade iş birliğiyle harekete geçmelerini sağlamakta; sert güçteyse baskı, zorbalık ve rüşvet ön plana çıkmaktadır.  İkisinin birlikte kullanımı olan Smart Power6 güç yaptırımlarıyla, bir yandan ödemeler ve rüşvetçilerle kumanda edilmek üzere istenilen davranışlar elde edilmekte diğer yandan sert güç sopası başta sallanmaktadır. Bu sebeple Teddy Roosevelt yıllar önce ‘‘elinizde büyük bir sopa varsa, yumuşak konuşmak daha akıllıca olur’’ demektedir. Nihayetinde iktidarın araçları ikna, uzlaşma ve güç kullanma tehdidi üzerine kurulmaktadır.  

Ji Sung - The-Devil Judge

The Devil Judge dizisi Başyargıcı Kang Yo Han

‘‘Vatandaşlar Korkuya Kapıldığında Kime İnanırlar?’’ 

Yaygın olarak genel ahlak anlayışının iki kolon üzerinde inşa edildiği söylenmektedir. Efendi ahlakı ve köle ahlakı. Efendi ahlakı, kendisine yarayanı iyi olarak, kendisine zarar vereni kötü olarak adlandırmaktadır. Dolayısıyla kendisiyle eş değer olanlar iyi; kendisine boyun eğenler, güçsüzler, zayıflar, korkaklar ve yılgınlar kötü sayılmaktadır. Köle ahlakında ise yenilenlerin nefreti baskın çıkmakta, üstünlere karşı duyulan kin ve kötümserlik baş göstermektedir (akt:Çakır, 2013, s. 294). İnsanın edilgenliğe tahammül edemeyip şiddete başvurduğu bu yerde, bir bakıma kendinden üstünlere yöneltilen bir eşitlik arayışı ve ezilmeye karşı bir çıkış uzanımı kol gezmektedir (Çakır, 2013, s. 237). Kaldı ki efendi/köle ahlakı ile diziye giriş yapmak, bir yandan odak noktasını doğru saptamak olacağı gibi diğer yandan sınıfsal farklar arasındaki geçirgenliğin nasıl kurulması gerektiğini saptaması açısından sahici durmaktadır. Zira distopik bu toplumun sosyo-kültürel yapısını, sosyo-ekonomik yapının belirlediği dizide, bir nevi geçirgen bağırsak sendromuna sebep olan adaletsizlik, dizinin başat konusudur. İnsanlar birbirleriyle sağlıklı bir ilişki kuramadıklarında, bağırsakta ortaya çıkan mikrobiyal bariyer bozukluğu hastalığı, toplumlarda da görülmektedir. Mikrop türlerine bağlı olan mikrobiyal metabolizma, bağırsağa ve sisteme çeşitli biçimde zarar veren substratlar üretmekte ve bağışıklık sisteminin kendi dokusuna saldırmasına sebep olmaktadır. Aynı şekilde bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerinin geçirgenliği, tabiatına uygun olarak yapılandırılmadığında, örüntü bozulmakta, toplumsal moleküldeki zehirlenme kılcal damarlara kadar ulaşmakta ve olumsuz toplumsal reaksiyonlara neden olmaktadır.  

Bu bağlamda dizide, kendi dokusuna saldırmak zorunda kalan kitle iletişiminin sözde etkin katılımcıları olan insanlar, kendilerine şu soruyu sormaktadırlar. ‘‘Nasıl kendi elimle insan öldüreyim?’’ Diğer taraftan söylemler vatandaşları oy vermeye itmektedir. ‘‘Sayın Vatandaşlar. Siz, bu ülkenin egemenisiniz. Egemen, sorumluluk alır. Sorumluluk aldığınız için egemensiniz. Bu ülkenin egemeni olun.’’ Bu nedenle dizide insanlar, hakkında hiçbir fikri olmayan konularda seçme yükümlüğünün altına girmek durumunda kalmaktadırlar. Zizek mevcut durumu Çağdaş Batı toplumlarıyla ilişkilendirmekte, bu toplumlarda siber mekânda çöken ya da askıya alınan ‘‘Efendi işlevinin’’, özneyi kişisel tercihleri karşısında ciddi sorunlarla yüz yüze bıraktığını dile getirmektedir. Bu seçme yükümlülüğü sorunu, seçebilecek çok fazla şey olması sebebiyle bir yerde dumura uğramaktadır. İnsanın omuzlarında tam bir hakimiyet kuran seçim olgusu, neticede fiilen ortadan kalkmakta ve yerine yalnız sureti geçmektedir (akt:Çakır, 2013, s. 44). Dolayısıyla canlı oyla yargılamaya iştirak edenlerin çoğunun neyi somut olarak savunduklarını ve neye katıldıklarını sonuna kadar anlamadıklarını tahmin etmek hiç de zor olmamaktadır. Zaten bunu onlardan isteyen de yoktur. Süreçleri arzu ettikleri yöne doğru suni bir şekilde kaydıran ehliyetli güçler veya merkezler ise her şeyi kurgulamakta mahirdirler. Neticede amaç, istenen sonuçları elde etmek olup bunun için hangi vasıtaların kullanılacağı mühim değildir.  

Kaldı ki, stratejik pozisyonlara yükselen kullanışlı nüfuz ajanları, toplumu kullanmakta mahirane bir gelişme göstermektedirler. Elitlerin çıkarlarını tatmin etmek adına her türlü değer kullanılmaktadır. Din, demokrasi, adalet, özgürlük ve insan hakları çift taraflı bir kılıca dönüşmekte ve sıradan insanların yaşamını kesip biçmektedir. Kendisinin dışında var olan her şeyin kendisinin efendisi olduğu günümüz insan toplumları da bu sürece uyum sağlamış görünme uğraşı vermektedir. 

Bu sürecin dışına çıkma uğraşı verenlerden biri olan yargıç Kang Yo Han, kendine acımayı bırakmış kurban psikolojisinden çıkmış biridir. Aynı zamanda fakir ve zayıf sayılan insanlara da acımamaktadır. Hele zenginlerin kendilerine acımalarınaysa hiç tahammül edememektedir. Dizide bu durum okulda yaşanan bir olaya bağlanmaktadır. Zira sınıf arkadaşları yargıç Kang’a, yaşanan o olay sonrası canavar, demeye başlamışlardır. O zamanlar okul yukarı mahalleli çocuklar ile aşağı mahalleli çocuklar diye ikiye ayrılmaktadır. Yukarı mahalleli çocuklar zenginken aşağı mahalleli çocuklar fakirdir. Fakat ortak noktaları Yo Han’ı dışlamaktır. O dışlanmışlık neredeyse yargıç Kang’ın tüm yaşamında belirgin bir iz bırakmıştır. Aslında ön yargı bir başkasına duyulan olumsuz bir duyguyu ve bununla beraber yapılan ayırt edici bir davranışı içerdiğinden, temelinde kalıplaşmış algılamalar yatmaktadır (Cüceloğlu, 2012, s. 558). Diğer parçalarla birleşip kalıpların içinde hareket etmeyen ve bütünleşmeye çalışmayan yargıç Kang, hep çerçevenin dışında kalmıştır. Bir anlamda daha çocukluğundan itibaren istenilmemiş, parçalanmış, yalnızlaştırılırmış ve diri diri gömülmüştür.  Bu bir nevi ayın karanlık kısmını görüyor olma hali O’nu, aynı zamanda parlatmaktadır. Esasen gerçek yaşamdaki kilise yangınıyla birlikte bir manada kendini yakmakta ve küllerinden yeniden doğmaktadır. Bu doğum, çerçevenin dışında kalma halini ekran çerçevesi/halesi/cazibesiyle birleştirmekte ve iki tarafı keskin bir kılıca dönüştürmektedir. Ayrıksı ve tavizsiz bir cazibeye… Dizide bu cazibe güçlü, yakışıklı, zengin ve karizmatik bir arka planın üzerine oturtulmakta; üzerine de adaleti sağlama sosu eklenmektedir. Artık yargıç Kang için kitleleri peşinden sürüklemek hiç de zor olmayacaktır. 

Diğer yandan dizide yargıç Kang’ın mahkemeyi yönetme şekli, daha dava başlamadan, tek seçeneğin kendisinin kazanması olacak şekilde mahkemeyi kurmasında yatmaktadır. Keza yargıç, yargılamaları yönlendirme ve uygun kanıt yaratma noktasında sistemin içine nüfuz etmeği bilen biridir. Bir bakıma avukatlarla görüşerek ağız birliği etmekte, sistemin zafiyetlerinden yola çıkarak kendi mahkemesini ve adalet sistemini oluşturmaktadır. Bir nevi yargıç Kang, adil gibi davranan, aslında birbirlerini ayak bileklerinden yakalayıp gösteriş yapan ve akla hayale gelmez oyunlarla birbirlerine saldıran insanların sistemini sabote etmektedir. Bunun için kendisine yardım eden bir ekibi vardır. Daha önce adaletsizlikle karşılaşmış ve mağdur insanlardan oluşmuş bu ekip, cesaretlerini, kaybedecek bir şeylerinin olmamasından almaktadırlar. Avukat olan kişi, yurt içi dezenfektan davasında kızını kaybetmiştir. Oysa hayatını büyük şirketleri savunarak geçirmiş, mağdur olunca çaresizliğin dibini görmüştür. Bir diğeri sarhoş edilip cinsel saldırıya uğramış ve failin salıverilmesini izlemek durumunda kalmıştır. Çünkü davanın hâkimine göre fail, gelecek vadeden bir tıp öğrencisi olduğundan, onun durumuna uygun davranılması gerektiğine karar vermiştir. Başkomiser olan bir diğerinin ablası, çalıştığı mağazanın çatlayan duvarının altında kalmıştır. Ablasının yıllarca çalıştığı mağazadan doğru dürüst bir kaza tazminatı dahi alınamamıştır. Haklarını adaletin doğrudan işlemesiyle alamayan bu insanlar, yargıç Kang’a yardım ederek, adaletin işlemesini sağlamaya dolayı olarak da olsa karar vermişlerdir.  

Görünüşte modern, gerçekte totaliter ve otoriter bir kültürden çıkamamış toplumlara gönderme yapan dizide, Saram Media Group ile Sosyal Sorumluluk Derneği’nin sosyal yardım için düzenlediği bir defile söz konusudur. Virüs sonrası toplumsal karmaşa ve kaosun bitmesine kinaye ile defilenin ismi ‘Karanlığa ışık getir’ olarak adlandırılmıştır. Sosyal Sorumluluk Derneği’nin Mutlulukla Dolu Rüya Arsası, Kore Cumhuriyeti’nin yeniden ayağa kalkması için alt tabakada bir ışık yakmayı amaçlamaktadır. Seul’un dış mahallelerinde hasta ve zayıflar için otuz bin birimlik Rüya Arsa kasabası inşa edilecek; ayrıca ücretsiz sağlık bakımı ve barınma sunan bir rehabilitasyon topluluğu oluşturulacaktır. Bu durumda dernek, İsveç’ten güzel haberler duymayı ummaktadır; elbette tüm bunlar Nobel Ödülü kazanmak için yapılmamaktadır. Ancak projeyle birlikte, gecekondu sakinlerinin kovulmasına karşı çıkanlar bile Rüya Arsa’dan belirli bir hisse almaları sonrasında fikirlerini değiştirmektedirler.  

Neticede dünyadaki en tehlikeli ve zararlı ayniyat insan olarak görünmekte ve güçlü olanlar pişmanlık duymadıklarından, pişmanlık güçsüz olan insanlara kalmaktadır. Bu kapsamda ülke için endişelenerek bir araya gelen finans, politika ve akademi dünyasından insanlar araştırma yapmaktan kaçınmamaktadır. Bu araştırmalara bazen büyük bilim insanları, konuşmacı olarak davet edilmektedir. Bu vesileyle cömert bağışçılar takdim edilmekte; para toplama amacı, entelektüel ve yardımsever bir konseptle sunulmaktadır. Elbette sistemde bir yere gelmek isteyenler, bonkör bağışlarda bulunma zorunluluğunun bir parçası olmaktadırlar. Bir anlamda gözetleme ve denetleme daha profesyonel bir yolla icra edilmektedir. Öyle ki Zygmunt Bauman da bu duruma değinmekte, kurumlarda olağan kabul edilen hükmedenle hükmedilenlerin bütün, külli, cüzi ve gündelik denetleme/gözetleme içeren çatışma süreçlerinin daha muntazaman, incelikli, esnek ve ekonomik araçlarla yürütüldüğünü dile getirmektedir (akt:Çakır, 2013, s. 31). 

ji sung - kim min jung

Sosyal Sorumluluk Derneği’nin sosyal yardım etkinliği

Dizide ayrıca kodamanların çocuklarının kayırılmadığının altının çizilmesi gerekmektedir. Bu nedenle adaleti vurgulayan canlı duruşma, bir suça karışan Adalet Bakanı’nın oğlunu serbest bırakmaya karşı çıkmaktadır. Aksi takdirde toplumsal eleştiriler artacaktır. Ancak çocuk büyüten ebeveynler olarak, kabahat işledi diye bir çocuğu toplumdan dışlamak da bir çözüm değildir. Zira bir çocuğu yetiştirmek için bütün bir mahalle gerekmektedir. Ezcümle Adalet Bakanının oğluna popüler mahkeme kırbaçlama cezası verecektir. Kırbaçlama cezası sayesinde ne devlete vergi yükü çıkarılacak ne de sanık toplumdan uzaklaştırılmış olacaktır. Kaldı ki suç, Orta çağı çağrıştırıyorsa cezası da Orta çağı çağrıştıracaktır. Ancak 21. yy’da insan kırbaçlama gibi garabet bir durum söz konusu olmaktadır. Oysaki tevile mahal bırakmayacak bir açıklıkta adaletin ‘yeniden belirmesi’ gerekmektedir. Hakikat, ezeli ve ebedi olandan ziyade geçici ve eğreti olana yaslandığında (akt:Çakır, 2013, s. 285) amacından sapmakta; neticede bir adalet kurumu olmaktan çıkarılarak reality showa çevrilen mahkeme salonu,  programın iyi gitmesi için şaşırtıcı şeyler yapılan bir salona dönmektedir. Gelinen noktada artık salt adalet yerine, ‘Noise Marketing’ çalışmaları ön plana çıkmaktadır. 

Durum böyle olunca sahne ışığını yalnızca yargıç Kang’ın alması hoş karşılanmamakta; ‘savcılık’ mutlaka görülmesi gerek bir davayı canlı mahkemeye dayatmaktadır. Üstelenen dava ile savcılık, sinema ve televizyon dünyasında artan cinsel suçlara son vermeyi planlamaktadır. Asıl amaçsa kırbaçlama konusunda hararetli bir tartışmadan sonra, fiziksel hadım tartışması yaratılması ve halkın gerçek sorunlarının gölgelenmesidir. Çünkü sıradan insanların ayaklanmasından duyulan korku, ürküntüye dönüşerek adeta cisimleşmektedir. Dizide suç oranının düşük olmadığı bu distopik ülkede, adalet, herkes için aynı şekilde işlememektedir. İşçi ve orta sınıf çalışanlar ile zenginlerin yaşadığı dünya aynı olmadığından, toplumun farklı kesimleri hayatın seyrini başka düzeylerde yaşamaktadırlar. 

Dahası yapımda toplumsallığın üstü kapaklı konuları, muazzam bir açıklıkla izleyiciye ulaşmaktadır. Etkin ve yetkililerden oluşan devlet erkanının toplandığı koyun çiftliğini -Rüya Arsa işi- yok etmeye çalışan yargıç Kang, halka yardım etmekten ziyade ceplerinizi doldurmaya çalışan kodamanları birer birer pilot mahkemeye çıkarmaktadır. Canlı yayınlanan mahkeme ve medyanın gücüyle parlayan yargıç Kang Yo Han toplumda hatırı sayılır bir popülerlik elde etmektedir. ‘Yargıç’a ters düşerse polis teşkilatı bile kaldırabilir’ söylemi hem halkın beğenisini hem de medyanın gücünü göstermesi bakımından dikkat çekmektedir. Ancak karşısındaki güçler de halkta şüphe yaratacak savlarla yargıç Kang’ın üzerine gitmekten geri durmamaktadır. Ve şüphe denen şey bir kere kök salmaya görsün, çabucak büyümektedir. Bu şüpheyi yok etmek için yargıç Kang, ‘Ulus, beni de yargılasın’ diyecek ve atamasını bizzat halkın yapmasını isteyecektir. Kitle suçluluğuna inanıyorsa kırmızı düğmeye aksini düşünüyorsa beyaz düğmeye basacaktır. Kang Yo Han’ın Güven Oylaması %92,6 masum şeklinde çıkmaktadır. Bu süreçte itibar suikastı yapılması ise olağan bir durum sayılmakta; yargıç Kang, vatan hainliği ile suçlanmaktadır. Öyle ki yargıç Kang hakkında, yabancı devletlerle bir olup ülkenin düzenini bozmak istediği, safkan Koreli olmadığı, dahası diğer ülkelerden fon aldığı gibi çamur at izi kalsın şeklinde yalan bilgiler yayılmaktadır. Bir nevi kamuoyunun kanaati bu şekilde değiştirilmek istenmektedir. 

Ne var ki devlet başkanı, adalet bakanı ve kodamanlar iktidarı ‘riya’ yöntemiyle ele geçirmişlerdir. Kriz zamanlarında insanlar en küçük iyiliklerden bile etkilendiklerinden Sosyal Sorumluluk Derneği salgınla birlikte yardımlarını genişletmiş fakat paranın çoğunluğu afet yardımlarından ziyade reklama harcanmıştır. Basın kuruluşlarını kullanarak reklam yaptırıp kendilerini abartmaktadırlar. Diğer adıyla Noblesse oblige7 yürütmektedirler. Bağlamından koparılan bu deyim kelime olarak, noblesse ‘soylular sınıfı’, oblige ‘zorunlu kılmak’ anlamına gelmektedir. Genel anlamıysa ‘bulunduğu toplumda daha iyi durumda olanların’, diğerlerine oranla daha saygın ve sorumlu davranma yükümlülüğüdür.  Esasen Rönesans ve öncesinde kimi hanedan, krallık ve soylular tarafından benimsenmiştir. Bu deyimi 19. yy’da Fransızlar, İngilizlerden almış, Benjamin Disraeli de ‘paternalist muhafazakarlık’8 fikrini bu anlayışa dayandırmıştır (Wikipedia, 2025). Toplumdaki mülk ve güç sahibi sınıfların, bu ayrıcalıklarının bedeli olarak mülksüz ve zayıf kesimleri koruma ve kollama yükümlülüğü olan bu deyim; dizide, sosyal adalet ilkesince sistematik biçimde yeniden bölüşümü amaçlayan refah devleti uygulamalarının aksine, hayırseverlikle harmanlanan ve arka planda kişisel çıkarlara hizmet eden bir görünüme bürünmektedir.  

Doğal olarak bu hayırseverlik işini Sosyal Sorumluluk Derneği yürütmektedir. Kodamanlar, sorumluluk alan servet sahibi imajı yaratarak evsizlerin, fakirlerin ve düşük sosyal sınıf mensuplarının ağzına bir parmak bal çalmakta; sonrasında yaygın bir kentsel dönüşüme girişilecek araziyi piyasa değerinin altında satın almaktadırlar. Kendi söylemleriyle para, tüm insanlar için güçlü bir motivasyon kaynağıdır. Olur da bu olay patlak verirse diye el altında tutulan birkaç ünlü skandalı yayınlanacak ve insanlar bu durumu ‘Japon balığı’ gibi anında unutacaklardır. Ellerinde medya aracılığıyla üretilecek yeterince ‘mantıklı senaryo’ bulunmaktadır. O da olmazsa Güney Kore Devlet Başkanı Heo Joong Se, sosyal medyadan ‘Canlı Yayın’ açmalı, gülümseyerek kameraya el sallamalı ve hep birlikte sloganlar tekrarlanmak suretiyle her şey yolunda algısı oluşturulmalıdır. ‘‘Kore’nin Total Değişimi. Heo Joong Se ile İçimizin Yağları Eriyor.’’ Son olarak ülkesini seven insanların abone olmaları, bildirimlerini açık tutmaları, yorum yazmaları ve beğenmeleri istenmektedir.  

Neticede birilerini kandırmak için neye ihtiyaç vardır? Öz güvene. Her zaman kendinden emin olmak gerekmektedir. Çünkü insanlar genelde buna aldanmaktadırlar. Canlı mahkeme de vatandaşların dikkatini dağıtmak için bir araçtır sadece. Zaten yapılan ‘Resmi Açıklama’ bile Sosyal Sorumluluk Derneği’nin yolsuzluğuyla ilgili kanıt ve ipuçlarının yalan olduğunu söylemektedir. Tüm bu zaman diliminde yapılan o kadar önemli işlerin arasında insan hakları ihlal edilebilmektedir; edilmelidir de filvaki politika böyle bir iştir. Söylemlerin değişmez bir istikrarla tekrarlanması olgusu yönetimin vazgeçilmez öncelikleri arasında yer almaktadır. ‘Düzenin kurulması, ahlakın teşvik edilmesi’… Tüm bunlara rağmen istenen sonuç alınamamışsa; pek tabi Mavi Saray toplumda düzeni güçlendirmek istemekte, ‘Sayın Milletimiz, olağanüstü hâl durumundayız’, aşamasına geçilmektedir. ‘Vatandaşları korumak için’ polis olamayan kişilere, gerçek kurşun kullanma emri dahi verilebilmektedir.  

The Devil Judge, Park Jin-young - Ji Sung

Hâkim Kim Ga On ve Başyargıç Kang Yo Han

Diğer taraftan adalete, yasalara inanan ve prensiplerine bağlı biri olan ikinci hâkim Kim Ga On, soğuk kanlı, akıllı, nerede nasıl konuşması gerektiğini bilen, gözlemci ve acele etmeyen biridir. Yargıç Kang’ın yanına verilmesinin amacı, O’nu takip etmek ve ilk kanunsuz hareketinde ensesine çökmektir. Ancak birlikte çalıştıkça kafası karışmakta ve yargıç Kang’ın motivasyonunu anlamaya başlamaktadır. Bir bakıma hâkim Kim Ga On, ailesinin ölümüne sebep olan kişinin nasıl kayırıldığına ve adalet mekanizmasının nasıl tepe taklak edildiğine yakından bakmaktadır.  

Hâkim Kim Ga On’un ailesinin ölümüne ve daha birçok insanın hayatlarının kararmasına sebep olan Doh Young Choon, insanların paralarını çalmıştır. Doh Young Choon’un Piramit sistemine dahil olan Hâkim Kim Ga On’un ailesi, onun tarafından dolandırıldıktan sonra intihar etmiştir. Dizide Doh Young Choon, hapishanede yatması gerekirken dışarı çıkmanın bir yolunu bulmaktadır. Parayla kendi yerine başka birini hapishaneye koydurmakta, sistemin pürüzsüz işlemesi için en alttan en üste gerekli rüşveti yedirmekten imtina etmemektedir. Hâkim Ga On, insanların ölümüne sebep olan ve yüz milyonlarca para dolandıran bu kişinin hapiste olmadığını, yargıç Kang sayesinde öğrenmektedir. Suçlunun cezasını çekmediğini, yaptıklarının yanına kar kaldığını görmek Hâkim Ga On’u derinden sarsmaktadır. Öyle ki ‘‘eğer gerçekte adalet diye bir şey yoksa, yalnızca bir oyunsa, kazanan tarafta olmak istiyorum’’, demektedir. 

Öte yandan yalnızca bir oyuna indirgenen bu distopik dünyada kodamanlar, güçlü bir başkan istemediklerinden, eskiden ünlü bir oyuncu olan Heo Joong Se’yi Güney Kore Devlet Başkan adayı olarak gösterme kararı almışlardır. Onlara göre derneğin etkinliklerini düzenleyen bir soytarı saydıkları, ‘‘İçimizin Yağları Eriyor’’ söylemiyle popüler olan ve altı milyon aboneyi geçen Heo Joong Se, eldeki en kullanışlı kişidir.  Çünkü başkan olursan ve salgını bastıramazsan hükümetin boyunca eleştirilirsin. Neden öne çıkıp oklara hedef olasın ki? Oysa demokrasiyi arkadan kontrol edebilirsin.  

Sonuçta çalkantılı zamanda Başkan olan Heo Joong Se, sorunlara çözüm üretememektedir. Üstüne üstük yaptığı ‘Canlı yayın’larla halkı kışkırtmaktadır. ‘‘Sevgili, saygıdeğer ve vatansever vatandaşlarım! Güvenli Kore Cumhuriyeti’ni kim yaratacak? Halk yaratacak. Bu ülkeyi tertemiz etmeliyiz! Sokaklara bir çıkın, bakın! Mülteci, dilenci, serseri kaynıyor! Hele yabancılar! En acımasız suçları bu yabancılar işliyorlar! Ülkemizi geri alacağız. Ayrıcalıklı sınıf.  Çünkü onlar sizi terk etti. Onlar için her şeyi yapacak ucuz iş gücü var. Onlar ucuz yabancılar. O üst tabaka sizin yerinizi ucuz yabancılarla dolduruyor artık. Yakında bu ülkede saf Kore kanı taşıyan kimse kalmayacak.’’ şeklindeki söylemlerle öfkeli kalabalığı birbirine düşman etmektedir. Bir manada Başkan da yere sağlam basamamakta; hatta Dominik Cumhuriyeti pasaportu almaya çalışmaktadır. Kendisini sırtından bıçaklamak için fırsat kollayan insanların varlığının farkındadır. Planları konusunda polis ve savcılığa bile güvenmediğinden, kendisine sadakatinden emin olduğu kuruluşları güçlendirmekte ve işleri onların halletmesini sağlamaya çalışmaktadır. Gelinen noktada bu distopik ülkede kurumların yozlaşması, en tepedeki başkana dahi uzanmaktadır. Başkan bile kendini emniyette görmemekte; hukukun üstünlüğü sağlanamayınca, üstünün hukuku, başkan da dahil olmak üzere tüm ülkeye kan ağlatmaktadır. 

Elbette vatandaş kimseyi suçlayamamakta, kurumlardan başkana kadar yozlaşan ülkede, alınan tüm yanlış kararlar, göçmenlere fatura çıkarılarak çözülmek istenmektedir. Ülkeye gelen göçmenler, sorunların müsebbibi sayılmakta ve Kore vatandaşlarıyla birbirlerine düşman edilmektedirler. Bilhassa Juk Chang isimli bir internet yayıncısı -aynı zamanda Başkanın sempatizanıdır- takipçilerini toplayarak yurt içinde çeteleşmekte ve saldırılar düzenlemektedir. Siyasi erke yakın olan ve ‘Jukchang TV’ adıyla sosyal medyada yayın yapan bu kişi ve taraftarları, zaten gergin olan toplumu politize etmekten çekinmemektedirler. Kendilerini vatansever vatandaş olarak niteleyen bu kişiler, başkanın çağrısına uyarak sokakta mültecilere ‘korkusuzca karşı gelmekte’, bunu durdurmaya çalışan polisin kendilerine baskı yaptığını iddia etmektedirler. Neden sonra tutuklanmakta, fakat bizzat Emniyet Genel Müdürü’nün emriyle serbest bırakılmaktadırlar. Neticede istenen olmakta sıradan insanlar, karşı karşıya gelmektedirler. Kimileri vatan hainliği gibi ağır bir suçla itham edilmemek için sessiz kalmayı tercih etmekte, her nasılsa sesini çıkaran kimileri de hükümet politikalarına karşı olmak ve vatana ihanet etmekle yaftalanmaktadırlar. Yargıç Kang, sonunda polisin koruduğu bu adamı yakalayıp mahkemeye çıkarmaya karar verdiğinde; Başkan ‘Canlı yayın’ ile devreye girmekte, ülkeyi korumak için cesurca harekete geçen vatansever bir delikanlının mahkemeye çıkarılmasına karşı çıkmaktadır. Başkan bu tutumunu, ‘Hâkimler o kadar mı iyiler? Hâkimler ulusun üstünde midirler? Bu, yargı darbesidir!’’ diye açıklamaktadır. 

Her nasılsa yargıç Kang, saklanıp internetten yayın yapan Juk Chang’ı yakalayıp mahkemeye çıkarmakta; ancak sanığı destekleyenler, adliyede protesto yapınca, duruşmanın kapalı yapılmasına karar verilmektedir. Juk Chang mahkemeye ‘Vatanı kurtarma bildirimi’ okumak istediğini söylemektedir. İzni aldığında, üç yıllık salgında kendilerinin işsiz kaldığını, yabancılarınsa bu süreçte ülkeyi ele geçirdiklerini belirterek, kadınların bu yabancıların kollarına girmelerinden yakınacak, elin ülkesinden gelen heriflerin işlerini/kadınları çaldıklarını, hatta zihinlerini dahi işgal ettiklerini söyleyecektir. Bu sebepten DİKE uygulamasını kullanan takipçilerinin harekete geçip suçsuz olduğu yönünde oy vermelerini talep etmektedir. 

Bunun üzerine yargıç Kang, örgütlü olarak saldırılan yabancı uyruklu işçilerin, kimse çalışmak istemediği için ertelenen bir onarımda çalıştıklarını söylemekte ve kanalizasyon onarımı sırasında gaz sızıntısından iki kişinin öldüğünü eklemektedir. Mahkemenin kadın hâkimi olan Oh Jin Joo, sanığın ‘bizim kadınlarımız’ şeklindeki konuşmasından rahatsız olmakta ve ‘‘Kadınlarda bu ülkenin vatandaşlarıdır. Birilerine emanet edilen eşyalar değildirler.’’ demektedir. Duruşma ilerledikçe Juk Chang’ın başkalarının ilgisini çekmeye takıntılı olduğu, babaannesinin kefen parasını çaldığı, siyasî nedenlerle şiddete başvurmadığı öğrenciyken de zorba gibi davrandığı ve kızlar tuvaletine gizli kamera yerleştirirken yakalanınca okuldan atıldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca vatanı kurtarmak için fon lazım diyerek kişisel kanalı üzerinden devamlı bağış topladığı, devrim fonu dediği bu parayı da beğendiği ve içerik üreticisi olarak çalışan bir kıza bağış olarak gönderdiği açığa çıkmaktadır. Nihayetinde mahkeme, Juk Chang’ın suçlarının ağır ve tekerrür ihtimali yüksek olması sebebiyle sanığa, elektronik kelepçe takılmasına ve denetimli serbestlik uygulanmasına karar vermektedir. Elektronik kelepçeden gelen sinyallerle DİKE uygulaması üzerinden sanığın konumu takip edilebilmektedir. Duruşmayı izleyen vatandaşlar, bir manada sanığın ceza infaz memuru olmaktadırlar. 

Dizinin başlarında Sosyal Sorumluluk Derneği’nin sekreteri, ilerleyen bölümlerde başkanı olan Jung Sun Ah, bu distopik dramda önemli bir diğer karakterdir ve dünyayı bir ‘Cangıl’ olarak tanımlamaktadır. Hayatta kalmanın formülünü ise zenginliğe ve karın tokluğuna bağlamaktadır. Kız çocukları için konuşma yapmak üzere davet edildiği bir programda yapıtı konuşma, kendi hayatına dair ip uçları içermektedir. İnsanların birbirlerini yakalayıp ısırmak zorunda olduğu bu hayatta iyi olunamayacağını, bilhassa kız çocuklarının daha çok zorlandıklarını dile getirmektedir. Eğitimli, saygın fark etmeksizin canavar gibi adamların her yerde olduğu; eğer bu pislik herifler kız çocuklarına bulaşırlarsa onların zaaflarını bulmaları gerektiğini, çünkü hukukun asla onların tarafında olmadığını söylemektedir. Dolayısıyla ses kaydı veya video ile kanıt toplayıp o adamlara işkence etmelerini öğütlemektedir.  

Kim Min-jung

Sosyal Sorumluluk Derneği’nin başlarda Sekreteri sonra Başkanı Jung Sun Ah

Dernek Başkanı Jung Sun Ah’ın hayatında taşlar yerine oturmamaktadır. Her şeyi tersine çevirmek zordur; fakat ilk adımdan itibaren bir şeyler yanlış gitmişse, tamamı kötü bir izlenim vereceğinden; hayatında tek bir şüphenin ortaya çıkmamasına çalışmaktadır. Ancak Adalet Bakanı Cha Kyung Hee, yargıç Kang’ın kendisine yönelttiği suçlamalara yönelik olarak kızmaktadır. Dolayısıyla aynı familyadan olmaları münasebetiyle hiçbir şey yapmayan egemenlerle yüzleşmek adına, Dernek Başkanı Jung ile karşı karşıya gelmektedir. Sekreter olarak küçümsediği bir insanın dernek başkanı olup kendisini yok sayması nedeniyle üstü kapalı bir göz dağı vermektedir. Adalet Bakanı bulunduğu konum itibariyle kulağına çok şey geldiğini, Dernek Başkanı Jung’un etrafının kan koktuğunu, derneğin eski başkanı Bay Seo’nun intiharının şüpheli olduğunu, hatta annesinin -kızını döven bir annedir- acı biçimde mahalledeki merdivenlerden düşüp ölmesinin de alkol etkisi altında yaşanan bir kaza olmadığını söylemektedir. Başkan Jung, öyle bir rapor olmadığını bunun yalan olduğunu söylemesi üzerine, Adalet Bakanı Kyung, ‘‘Gerçek var ya. Onu ben yaratırım. Yalnız kaynağa ihtiyacım var, hayal gücünü harekete geçirecek kadar.’’ demektedir. Bunun üzerine Başkan Jung, elinde kesin kanıt olduğunda gelmesini ve ülke için çalıştığından çok meşgul olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca Adalet Bakanının aracının benzin maliyetinin çok fazla olduğunu -ki dernek karşılamaktadır-, ülkenin ekonomisinin iyiye gitmediğini ve vatandaşları etkilemek adına daha küçük bir arabaya geçmesini salık vermektedir. Bu sahne, ülkeyi yönettiğini sananları, kimlerin yönettiğini göstermesi bakımından çarpıcı olduğu kadar, yöneticilerin bireysel menfaatleri uğruna, ülkeyi getirdiği durumu gözler önüne sermesi bakımından da ibret verici durmaktadır. Keza Nietzsche, insan ne kadar hakikate dayanabilir diye sormaktadır. Dahası kimin hakikate haiz olduğu, söylenecek hakikatin ne olduğu, kimin hakikati söylemeye hakkı olduğu ve hakikati söylemenin bedelinin ne olduğuna dair de (akt: Çakır, 2013, s. 308) çarpıcı bir gerçekle insanı karşı karşıya bırakmaktadır. 

Sosyal Sorumluluk Derneği Başkanı Jung Sun Ah, bu arada hikâye yaratmaya odaklanmakta, üçüncü ve tek kadın hâkim olan Oh Jin Joo’yu parlatma planı için harekete geçmektedir. Dernek Başkanı Jung, Hâkim Oh Jin Joo’ya alan açmak adına yargıç Kang’ın yerine pilot mahkemeye O’nu koyacağını vaat etmekte ve sahneyi büyüterek canlı duruşmaları daha görkemli kılacağını söylemektedir. Hem ‘‘sahne büyüse daha eğlenceli olmaz mı? En tepede parıl parıl parlamak. Dernek, herkesi birinci yapabilir.’’ Başka bir sahnede bu durumu öğrenen yargıç Kang, bu görkemli sahne planına şu cevabı verecektir. ‘‘Halkın soytarısı olalım mı demek istiyorsunuz?’’  

Kim Jae-kyung

Pilot mahkemenin tek kadın Hâkimi Oh Jin Joo

Aynı şekilde Sosyal Sorumluluk Derneği adına Saram Media’nın sahibi Park Du Man da pilot mahkemenin tek kadın Hâkimi Oh Jin Joo’yu arayarak, Hâkim Kang yerine halka güven aşılayacak bir yüze ihtiyaçları olduğunu söylemektedir. Ancak akıllarına takılan birkaç soru için görüşme gereği duymaktadırlar. Buna mukabil Hâkim Joo, mülakat yapılmak istenmesine içerlenmekte ve model seçmedikleri yönünde bir yanıt vermektedir. Buna karşılık Park Du Man, kendisini yıldız yapmak istediklerini ama hangi riskleri aldıklarını bilmeleri gerektiğini belirtmektedir. Hâkim Joo, yargıç Kang Yo Han da bu süreçten geçti mi diye sormakta ve Yargıtay Başkanının bile bu süreçten geçtiğini öğrenmektedir. Anlaşılan odur ki sistem, kendisine sadık insanları yükseltmektedir. Bir bakıma mevki/makam, arpalık haline gelen kurum, kuruluş ve mülklerle, muhtemel adayların gözleri kamaştırılmaktadır. Fakir ve eğitimsiz insanlarsa sosyal yardım vaatleriyle avutulmaktadır. Geriye sadece pasifleştirilmiş bireyleri yönetmek kalmaktadır.  Kimse bir terslik olduğunu fark etmemekte, tersliği sezenler etkisiz hale getirilmekte ve fert ‘‘kral çıplak’’ diyememektedir. 

Diğer taraftan yargıç Kang ve Hâkim Ga On, Adalet Bakanının sekreterini kendi taraflarına çekmeye çalışmaktadırlar. Böylece Hâkim Ga On’un anne babasının intihar etmesine neden olan suçlu Doh Young Choon’un nasıl dışarıda olduğuna açıklık getireceklerdir. Hâkim Ga On ‘Aşırı sadık’ sekretere, konuşması için İsviçre’de üretilen totalde 500,000 dolar değerinde saf altın külçeleri teklif etmekte ve 2,5 milyona kadar çıkmaktadır. Fakat sekreteri konuşturamamaktadır. Yargıç Kang, ters psikoloji ile külçeleri birer birer geri almaya başlamakta ve konuşup konuşmayacağını sormaktadır. Altın külçelerin geri alındığını gören sekreter, konuşacağını söylese de elinde sadece 1 milyonluk altın külçe kalmaktadır. Hâkim Ga On, bunu nasıl başardığını sorduğunda yargıç Kang, ‘‘Sahip olduğunu kaybetmek daha çok acı verir’’ şeklinde yanıt vermektedir. Aynı şekilde Doh Young Choon’a tuzak kuran yargıç Kang, bir tarafta sahte paralardan oluşan bir yığını diğer tarafta Doh Young Choon’un kızı ve eşini yakıyor izlenimini yaratmaktadır. Doh Young Choon, ailesinin aksine sahte paraları kurtarmayı yeğlemektedir. Oysa ailesine tüm paraları kaybettiğine dair bir yalan söylemiştir. ‘‘Ama gerçek para nerede? Onu gömdüğü yerde. Kandırdınız mı onu? Dedim sana. İnsanlar sahip oldukların kaybettiklerini düşündüklerinde akıllarını kaybederler.’’ Son tahlilde insanoğlu, ‘şahit’ olmaya geldiği bu dünyada, ‘sahip’ olma telaşı, hırsı ve tamahıyla ömrünü heba etmektedir. Oysa sahibi olduğunu zannettiği her ne varsa avuçlarından kayıp gitmektedir. Bu kubbede hoş bir sedadan başka bir şey bırakamayacağının farkında olmadan, yaşamaya geldiği bu dünyada yaşamadan, sadece çalışmakla/çalıp çırpmakla bir ömür tüketip giden harabeye dönmüş nice hayatların yarım kalmış hikayesi dizide de gözler önüne serilmektedir. 

Böylesi bir yaşamı Gilbert Keith Chesterton şöyle açıklamaktadır. Kabullerde  ve çay masası etrafında gördüğünüz insanların birer Moloh ve Vaal tapınanı olmaları sizleri sersemletse de biliniz ki bu zeki ve menfaatperest insanlar, dünyayı Kartaca’nın gördüğü gibi görmektedirler. İlaveten bunlarda Kartaca’nın yıkımına neden olan gözle görülür hoyrat bir vasatlık bulunmaktadır. Bir bakıma işgüzarların gerçek ruha lakayt kalmaları sebebiyle Kartaca düşmüştür. Evet ruha inanmamaktadırlar ve dolayısıyla aklıselime inanmayı da bırakmaktadırlar. Dinleri ise güç ve korkunun dinidir. Dahası merhametli olmak için haddinden fazla menfaatçidirler. Öyle sanıyorlar ki, insanlar artık savaşamadıklarında, bunun yerine para/pul savaşacaktır (akt:Dugin, 2015, s. 316-317). 

Aynı nedenle dizide ‘salt gerçek’ kimsenin umurunda değildir, önemli olan gerçeği kimin yarattığıdır. Hatta gerçek öyle ani bir biçimde yaratılmalıdır ki, karşılık verecek zaman tanınmamalı ve tüm ulusun önünde kişinin itibarı yerle bir edilmelidir. Çünkü kişi birkaç oktan kaçınabilirken aynı anda üstüne düzinelerce ok yağarsa kaçamayacaktır. Adalet Bakanı Cha Kyung’a da böyle olmaktadır. Oyun kurucuyken birdenbire ava dönüşmektedir. Kullanım süresini doldurmasında yargıç Kang’ın ısrarlı takibi önemli bir mihenk taşı olmaktadır. Bu takip önce Güney Gyeonggi Hapishanesi Müdürünün, gazetecilerin önünde Adalet Bakanının emriyle meşhur dolandırıcı Doh Young Choon’u başka biriyle değiştirdiğini açıklamasıyla patlak vermektedir. Toplumda ciddi bir infial yaratan bu haberin akabinde Adalet Bakanı, oğlu ile tehdit edilmektedir. Çünkü Adalet Bakanı ‘Dernek’te hayatta kalmaya çalışıp, bir yerlere gelmek için didinirken, evini ve oğlunu ihmal etmiştir. Oğlu liseden beri uyuşturucu kullanmaktadır ama O, bunun farkında değildir. Küçüklüğünden beri fiziksel ve mental olarak zayıf bir çocuk olan Adalet Bakanının oğlu, annesi yüzünden kırbaçlandıktan sonra bir de uyuşturucu kullanmaktan hapse girmesi halinde buna dayanamayacaktır. Bakan, ‘Tuzak bu, komplo kuruldu bana, kumpas bu’ demekte, fakat ipleri çekilen Adalet Bakanı bu bilginin kamuoyuna açıklanmaması karşılığında oyundan çıkmaktadır. Bakan geldiği noktada kendi kendine ‘‘Cehenneme yeterince uzun bakarsan cehennem de sana bakar.’’ sözleriyle yaşantısını özetlemek zorunda kalmaktadır. Ne var ki en çok yandaşlarının, beraber yol yürüdüğü dernek üyelerinin yayın istasyonunun kendisine saldırmasına dayanamayıp bunu dile getirdiğinde, ‘‘Bugünlerde gazetecilerin üstlerinin söylediklerini dinlediğini mi sanıyorsunuz? Şu gazetecilik ruhları beni de delirtiyor!’’ cevabını almaktadır. İstediğinde basının kesini kısmasını bilenler, istemediklerinde basının özgür olduğundan dem vurabilmektedirler. Bakanın olduğu yere ulaşmak için nasıl mücadele ettiği düşünülünce bir insanın yükselişi/düşüşü için taşların nasıl döşendiği ön plana çıkmakta; kimin ne için bu taşları sıraladığı ve algının yerinden edilmesinin önemi gözler önüne serilmektedir. Gelinen noktada muktedirin acizliği, bir manada kendine acıması, katlanması zor ve mide bulandırıcı addedilmekte; adaletsizlikle gelinen yerden yine adaletsizlikle gidilmektedir. İnsan dünyasında kolay adalet diye bir şey olmadığı, bilhassa bir ulus kriz yaşadığında demokrasinin bile lüks olabileceği ve özgürlüklerin bağlamının değişeceği böylece görülmektedir. 

Jang Young-nam

Adalet Bakanı Cha Kyung Hee

Elbette işlerin sarpa sardığı yerde virüs tekrar hortlatılmakta, bulaşıcı virüsün Hyungsan-dong mahallesinde yeniden görüldüğü şeklinde yayınlar yapılmaktadır. Bu bölge yoksulların yaşadığı bir gecekondu mahallesidir. Hükümet ve Sosyal Sorumluluk Derneği, Hyunsan-dong sakinlerini acil durum bahanesiyle yakalayıp götürmektedir. Senkronik olarak olay yerinden haber vermek isteyen basın kuruluşları, hükümetin yönergelerine uyma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu durum bir yandan basın özgürlüğünü baskılamakta diğer yandan mutant virüs daha öldürücü olduğundan, akşam saat ondan sonra sokağa çıkmak da yasaklanmaktadır. Ancak eş zamanlı olarak acil durum bahanesiyle başta evsizler olmak üzere insanlar birer birer yakalanıp mahalleden götürülmektedirler. Ulusal kriz ve güvenlik gerekçesiyle basın, savcılık ve polis kontrol altına alınmakta ve hükûmet, ‘Canlı Duruşma’yı sonlandırma kararı vermektedir. ‘‘Sonuçta hükümet, virüs var derse vardır. Hem olmadığı nasıl kanıtlanabilir? Mikroskopla dolaşılacak değildir ya.’’ Dolayısıyla ülke çapındaki olağanüstü hâl ile mücadele etmek için olağanüstü hâl mahkemesinin kurulması gerekmektedir. Olağanüstü hâl mahkemenin bu süreçte pandemi yardımının veya tehcirin kesintiye uğraması, sözlü hakaretlerin yayılması, yasadışı toplantı ve protestolarla ilgili davalara bakması beklenmektedir. 

Fakat ‘Canlı Duruşma’ tüm engellemelere karşı bir yolunu bularak tekrar yayına girmeyi başarmaktadır. Üstüne üstük olanlardan hükümeti sorumlu tutmakta ve açıkça tehdit bile etmektedir. Yayın yapılmaması için o bölgede elektriklerin kesilmesi bile bunu engellememekte, cep telefonlarının ışıkları açılarak ve ‘Karanlık aydınlığı yenemez’ sözleriyle, sokakta insanların yaşadıkları, DIKE uygulaması üzerinden halka gösterilmektedir. Sonuçta tüm ülke virüs olduğu iddia edilen Hyungsan-dong mahallesinde yaşlı bir adamın Juk Chang tarafından metal boruyla ölümüne dövüldüğünü canlı canlı izlemektedir. Yaşanan olaylar sonrasında Kore Devlet Başkanı özür dilemek zorunda kalmaktadır. Fakat Mavi Saray olayı, asılsız olarak nitelemekten geri durmamakta ve bir sonraki duruşmada tekrarlanması halinde apaçık vatana ihanet olarak görüleceğini vurgulamaktadır. Oysa virüs söylentisi sonrasında ölenlerin hemen hepsi evsiz veya ihmal edilmiş yaşlılardan oluşmaktadır. Aşırı fakir bölgelerde ölen bu insanları öldüren şey, virüs değil yoksulluktur. Yetersiz beslenme ve kötü hijyen sebebiyle kronik hastalıklardan mustarip insanlar çeşitli sebeplerden ölmektedirler. 

Başkana ve derneğe göreyse problem yaşlı adamın ölümüne dövülmesi değildir, asıl problem, olmayan virüstür. Kaldı ki insanların virüsün var olup olmadığını tartıştığı ve kafalarının karışık olduğu bu anlarda krizi fırsata çevirmeli ve virüsün gecekondu bölgesinde bulunduğundan emin olmak gerekmektedir. Virüsü kasten yaymaları gerekse bile bu yapılacaktır. Çünkü Başkan, daha büyük iyilik için daha azını feda etme kararıyla yüzleşmek zorunda kalmaktadır. ‘‘Hollywood filmlerinde görmedin mi hiç? Nükleer tuşuna basmadan önce istavroz çıkaran bir adamı?’’ Neticede Kore bir savaş durumundadır. Sonuçta hükümet yaşlı adamın dövülmesi olayını, mahalle sakinlerinin acil tahliye emirlerine uymayıp direnmeleri nedeniyle meydana gelen tesadüfi bir kaza olarak kabul etmektedir.  

Bunun üzerine neden sonra pilot mahkemenin yaptığı canlı duruşmada, Juk Chang’ın, Başkanın hayran kulübünün lideri olduğundan yola çıkılmakta ve Başkanın kendisini azmettirmiş olması ihtimali üzerinde durulmaktadır. Barışçıl bir protestoyu bölüp şiddet kullanmaları ve mağazaları yağmalamaları ülkeyi karıştırmaya yönelik bir amaç taşıdığı üzerinde durulmaktadır. İlaveten Başkanın bir kampanyasında söylediği sözlere atıf yapılmakta ve elektrikli sandalye cezası verilmektedir. Başkan,‘‘Cezası İdam Cezası! Böcekten farksız suçluları neden halkın kanlarıyla kazanılan vergilerle besliyor, barındırıyoruz? Bunların hepsi insan hakları diye ağlayan ikiyüzlüler yüzünden. İnsan öldürmüş kişileri on yıl, yirmi yıl hapsetmek mantıklı mı? İnsanın canının bedeli canla ödenmeli. Anladınız mı? Göze göz, dişe diş. Bugünün ikinci dersi. Göze göz, dişe diş. Ayrıca duygusallaşıp zor koşullarda yetiştiği istismara uğradığı için travması olduğu gerekçeleriyle savunma yapan avukatlar da tutuklanmalıdır! Güçlü hukuk ve düzen güçlü devlet demektir! Heo Joong Se’yle İçimizin Yağları Eriyor’da’’ 

Baek Hyeon-jin

Heo Joong Se Güney Kore Devlet Başkanı

Savcılığın sanığı, yedi yıl hapse mahkûm etmeyi talep ettiği davada yargıç Kang, katile en uygun ceza nedir diye sormakta ve vatandaşların adalete duyduğu özlemi dile getirmektedir. ‘‘Adalet, lafta kalmamalıdır; infaz edilmeyen ceza adalet değil, aldatmacadır’’ diyerek kararını ‘‘şu andan başlayarak yirmi dört saat sonra idam cezası infaz edilecektir’’ şeklinde olarak açıklamaktadır. Aslında yargıç Kang’ın maksadı bu süre içinde Juk Chang’ın Başkanın kendisini azmettirdiğini açıklamasını sağlamaktır. Böylece olayı büyütecek ve iktidar sahiplerinin masum insanları kullanmalarını gözler önüne serecektir. Diğer taraftan Başkan elektrikleri kesmesi gerekse bile Juk Chang’ı kurtaracağını vaat ederek; sanığa Han Nehri’ne bakan bir daire, Devlet memurluğu ve bir sürü Bitcoin teklif etmektedir.  

Lee Hae-woon

Jukchang TV isimli internet yayıncısı

Öte yandan Başkan, seçilmiş sağlık personeline, AB tarafından talep edildiği üzere yeni aşıyı klinik olarak test ettirmektedir. Bu süreçte 3.620 denekten, yan etkiler nedeniyle, ölen insan sayısı 182 kişi olduğunu öğrenen Başkan, sonuçların müşteriyle paylaşılmasını istemektedir. Ve ödemelerinde eksiklik olan ülkeler varsa kendisine bildirilmelerini talep etmektedir. Birçok ülkenin aşı geliştirmek için yarıştığı bu aşamada, klinik deneyler yüksek talep gördüğünden, Seul vatandaşları yetmezse Busan, Daegu ve Gwangju vatandaşlarına da ihtiyaç hasıl olacaktır. Bir damla petrol üretmeyen ülkede, ‘insan kaynağı’ olduğu sürece her şey yolunda sayılmaktadır. Başkana göre insan hayatının önce geldiği ülkesinde, her bir kişinin değeri hayal gücünün bile ötesindedir. Öyle ki ölen kişinin tüm organları değerlendirilmekte, saçlarından kanına kadar ‘yan ürünler’ de toplanıp ihraç edilmektedir. Başkan, yavaş yavaş işleri öğrenmekte ve kendince dahi bir iş adamı olarak ülkeyi yönetmektedir. 

Belirli bir yetkinlikten yoksun olarak bulunduğu yere getirilmiş olan ve güç zehirlenmesi yaşayan Başkan, aynı zamanda elindeki güçle, önceden nifak tohumları ektiği durumlardan güzel sonuçlar aldığını düşünmekte; biraz da kan görmek istemektedir. Kendisine karşı gelenleri tankla ezip geçecek ve tarih yazarak muhteşem Kore Cumhuriyeti’ni yaratacaktır. Keza Başkan, aslında para kazanmak için girilen ve devleti iş modeline çeviren ilk devlet başkanı olmak istemektedir. Bu nedenle böylesi sloganlarla ilerleyen rolüne kendisini fazla kaptırmaktadır. Hatta gerçek bir virüs yayma niyeti taşımakta; vatandaşlar sokaklara dökülüp ortalığı karıştırırlarsa da ‘başkomutan’ olarak hepsini yok etmeyi planlamaktadır.  

Ancak kendisini rolüne iyice kaptırdığını gören Sosyal Sorumluluk Derneği Başkanı Jung Sun Ah, Güney Kore Devlet Başkanı Heo Joong Se’ye, sabrının bir sınırı olduğunu ve kendisinin onu başkanlığa oturttuğu bir kukla olduğunu söyleyecektir. On yıl önce sıkıcı yorumlarıyla sıradan bir oyuncu olan ve Dernek Başkanı Sun Ah tarafından başkanlığa getirilen ‘kukla başkan’ olması sebebiyle, ‘devrimin ve tarihin para etmediğini’ bilmemektedir. Oysa yapılan her şey bir ‘iş kurmak’la alakalıdır. Dolayısıyla Jung Sun Ah, hem Başkanın hem Yargıtay üyelerinin kendilerine bağlı geçici işçiler olduğunu ve iktisattan anlamadıklarını söylemektedir. Nihai hedefse, Seul’u tertemiz yeniden yapılandırıp yabancı yatırımcılara satmaktır. 

Gelinen noktada bu distopik sistemde bir yere getirilen kişiler, açıkça ifade etmek gerekirse, para kazandıran kişi ve şeyleri desteklemektedirler. Aksi takdirde işlerinden olmaktan korkmaktadırlar. Bu sebeple Hâkim Kim Ga On, yargıç Kang’ın tutuklanmasına dair öğrendiği gerçekleri ifşa edememektedir.  Çünkü video platformları ve sosyal medyanın tümü engellenmekte; yönetimin kontrolündeki medya ise temkinli olmak durumunda kalmaktadır. Kurumlardaki yöneticilerin büyük çoğunluğuysa eni konu yolsuzluğa bulaşmış kişilerdir. Öyle ki son tahlilde yargıç Kang Yo Han’ın gönderildiği hapishane müdürü bile 30 yıl boyunca yaptığı yolsuzluk parasını Bahamalar’daki gizli bir hesapta saklamaktadır. Ceza İnfaz Müdürü gibi idareciler rüşvetle iş gördükleri ve belirli bir meblağ karşısında kanun ve kuralları yok saydıkları müddetçe, paranın satın alamayacağı insan kalmamakta ve sistem her daim kendi karadeliklerini yaratmaktadır. Tabi ki mahkûm değiştirmek, içeriye adam alıp, içeriden mahkûm kaçırmak gibi kanunsuz işler gücün emrinde olmaktadır. Hassas noktası olan yeğeniyle tehdit edilerek sessiz kalması yönünde tutuklanıp hapse atılan yargıç Kang, sistemin bu açığını kullanarak hapishaneden kaçmakta ve kendisini yakalayıp pilot mahkemeyi kapattıklarını düşünen muktedirleri, canlı mahkeme salonunda yaptıklarını halka açıklamaları hususunda kapana kıstırmaktadır. Canlı mahkeme kanlı bir olayla sonlanmakta ve bu durum distopik ülkede bir dönüm noktası yaratmaktadır. 

Ancak temiz kaldığını iddia eden Profesör Min Jung Ho gibi kişiler, ne acıdır ki, bir nevi sıranın kendilerine gelmesini beklemektedirler. Yargıtay üyesi olma vaadi sonrası O da ‘adalete pislik bulaştırmakta’ kendi ikbal yolunu açmak adına adaletsizliğe çanak tutmaktadır. Göreve geldiği andan itibaren delilik olarak adlandırdığı mevcut dönemi -canlı pilot mahkemeyi- bitireceğini vadetmektedir. Yıkılmış ve hasar görmüş yargıyı yeni temellerle kuracağını iddia etmekte; adaleti yeniden inşa etme zamanı olduğuna vurgu yapmaktadır. Oysa hepsi aynıdır. Sadece kitleleri kışkırtan sahtekârlar güruhuna yeni bir yüz katılmaktadır. 

Yargı Reformu Kurulu yeni hükümetin bir önceki hükümetin hatalarını tekrarlamayacağı düşüncesiyle, hukuk devletini güvenceye alma misyonunu kuşanmaktadır. Kurul, asıl sorunu bulmaktan ziyade etkili bir çözümle kamuoyunu yatıştırmaya öncelik vermektedir. Çözümse pek tanıdır durmaktadır. Hâkim Kim Ga On’un mahkeme başkanı yapıldığı yeni bir canlı duruşma. Bu durumdan rahatsız olan ve bunu dile getirme gereği duyan Hâkim Ga on, egemen ulusun yetkilendirdiği insanlar olarak, insanların ‘haksızlığa uğramaması’ ve ‘kan ağlamaması’ için çalışmaları gerektiğinin altını çizmekte; başkalarına ‘kan ağlatanlara’ suçlarıyla orantılı bir ceza verilmesinin önemine değinmektedir. Neticede Hâkim cübbesini giymiş insanlar işini yapacak, yapamazlarsa; birileri acı çekecek ve o acılar yeni canavarlar yaratacaktır.  Kurul bu konuşmayı gençlerin tutkulu olmalarına yormakta ve yeterince dinledikleri kanaatiyle yetkili kurul üyeleri ‘uygulanabilir çözümleri’ konuşmaya başlamaktadır. Değişen hiçbir şey olmadığı bu süreçte, ne yapılmalıdır ki; dünya yargıç Kang Yo Han gibi canavarlara ihtiyaç duymasın sorusu, bir nevi yine havada kalmaktadır. 

En nihayetinde siyaset, mahkeme ve diğer kurumlardaki kitleleri kışkırtan sahtekârların varlığı, ülkeyi yaşanmaz hale getirmektedir. Öyle ki dizide el altından kapatılan davayı açmak isteyenler üstlerince hizaya çekilmekte, üstü kapalı bir biçimde görevlerini ihmal ettiği gerekçesiyle ihbar edilmekle korkutulmaktadırlar. Son çare basına gidileceği söylendiğindeyse olağanüstü hâl ilan edildiği hatırlatılmaktadır. Olağanüstü hâl yasasına göre, basın hükümetin izni olmadan hiçbir şey bildirememektedir. Peki tüm bu yaşananlar, korku ve panik halinde vatandaşlar kime inanmalıdırlar? Başkana mı, Adalet Bakanına mı, Sosyal Sorumluluk Derneğine mi, yoksa Canlı Duruşmalara dolayısıyla Yargıç Kang’a mı? Tam da burada gizlilik ve gizlenenler, gösterinin başat ereği olarak durmakta ve projeksiyonun başarısı bu gizlemede ustalığında yatmaktadır. Saklananlar, dile gelmeyenler, anılmayanlardır; öyle ki unutulmak ve unutturulmak istenen kesimler, değerler, anlayışlar olarak kamufle edilmektedirler. Çünkü gösteri egemenliğinin ilk hedefi, tarihsel bilgiyi yok etmek ve unutma yaratmaktır. Akıbette bu başarılmıştır. İlaveten gösteri, insanların gerçekte ne olup bittiğini görmezden gelmelerini sağlamaktadır. Yalana artık tepki gösterilmemektedir. Yalanın yalan olduğunun farkına bile neredeyse varılmamaktadır. Gösteri tüm profesyonelliği ile bunu biteviye yaratmakta; aslolan ise gizli tutulması gerekenler, dile dahi alınmayanlar olarak alacakaranlıkta kalmaktadır (Çakır, 2013, s. 339). 

DIKE Uygulaması ve Kitle İletişimi 

Minerva’nın baykuşu, alacakaranlıkta uçar.  

Hegel 

Günümüzde psikologlar, çevre koşullarının bilhassa yığınların, kişinin duygu, düşünce ve davranışını nasıl etkilediğine dair köklü araştırmalar yapmaktadır. Öyle ki düzenli bir biçimde yapılan bu alana ‘çevre psikolojisi’ adı verilmektedir (Cüceloğlu, 2012, s. 553).  Çevre psikolojisi mefhumunda, bireysel karar alabilme ve alınan kararların ne kadarının kişinin kendi fikirleri olduğu hala tartışmalı bir konudur. Adorno ve Horkheimer’e göreyse ‘Kültür Endüstrisi’nde bireysellik, bir yanılsama veya hayal olarak ifade edilmektedir. Dolayısıyla kişi kendisine yönelik eşsiz yapıdaki bütüncül tanısını, kati genellemeler ve yuvarlak sözler şeklinde bulmakta ve onlara hoşgörüyle katlanmaktadır. Aslında bilinen ve ifade edilenler, ‘sahte bireysellik’ olmanın dışına çıkamamaktadır (akt:Çakır, 2013, s. 78). 

Dizide kullanılan DIKE, vatandaşların pilot mahkeme yargılamasına katıldıkları bir uygulamadır. Vatandaşlar canlı izledikleri mahkeme duruşmasına suçlu veya masum şeklinde iki tercihli bir program üzerinden bu uygulama ile katılabilmektedirler. DIKE uygulaması görünüşte bu bireysellikten beslenmekte, bir manada modern halk oylamasına gönderme yaparak “demokratik” bir mahkeme kavramına dikkat çekmektedir. Bununla beraber DIKE isimli uygulama, halkın, adalete karşı güvensizliklerini ve nefretlerini açıkça ifade ettikleri bir platforma dönüşmektedir. Keza verdiği oyla birini ölüme mahkûm etme düşüncesi, insanların bu sorumluluğu almaya ne kadar yetkin oldukları problemini gün yüzüne çıkarmaktadır. Temelde bireysellikle besleniyor gibi görünse de vatandaşların duruşmalardaki şeklen söz haklarının, sistemce nasıl manipüle edildiği dikkatli gözlerden kaçmamaktadır. Özelde her ne kadar herkes kendi evinden, kendi kararını veriyor gibi dursa da genelde toplumsal ilişkilerin zehirlendiği toksik bir iletişim söz konusudur. Arınma hipotezine dayanarak, dijital ekranlardan verilen olumsuzluklar, insanın içindeki karanlık noktalara baskı uygulamakta ve saldırgan duygulardan arınma sağlayacağı katarsisi yetersiz ve yanıltıcı kalmaktadır. Bilhassa kamusal alan olgusu oldukça muğlaklaşmaktadır. Dolayısıyla toplumsal ilişkiler canlı ve dinamik bir yapı arz ettiğinden ve yeni medya olarak bilinen sosyal medya sınır tanımayan bir iletişim ağı oluşturduğundan, fiziki sınır ve mekânlar da ortadan kalkmaktadır. Diğer bir manada kamusal alanın başlayıp/bittiği keskin hatlar bile flulaşmaktadır. Marshall Mc Luhan bilinen metaforunda dünyanın küresel bir köye dönüştüğünü söylediğinde, kastettiği anlamlardan biri de kaderlerin küresel ölçekte ilişkili hale gelmiş olmasıdır (Bostancı, 2011: 126). Sicim teorisi de bu anlamda tüm insanlığın kaderinin birbirine bağlı olduğunu doğrulamaktadır. Buradan bakıldığında kamusal alanın sosyal medya platformlarıyla daha bir bağlantılı boyut taşıdığı görülmektedir. 

Gelinen noktada internet ve akıllı telefonlarla onlara yüklenen aplikasyonlar bu durumu bir tık daha hızlandırmaktadır. Elbette burada teknoloji ve iletişim araçlarının insanların hayatlarına getirdiği kolaylık ve imkanlar takdir edilmekle birlikte, kamusal alana açılan kişilerin ne denli dikkat etmeleri gerektiği ve sosyal sorumluluklarının da bulunduğu vurgulanmak istenmektedir. Dikkat edilmediği takdirde bu mecra, birçok değerli uğraşı değersiz kılabilmektedir. Çünkü mesafeyi aradan kaldıran iletişimsel deneyim fiziki olmamakta ve çıplak algıya kapalı bulunmaktadır.  O sebeple zihnin muhatap olduğu şeyin, gerçeğin kendisi olup olmadığı sorunsalı, hayati önemini korumaktadır (Aymaz, 2012, s. 89). Neticede endüstriyel devrim, teknolojik gelişmeler ve medya, tahmin edilenin aksine bireyi yalnızlığa sürükleyerek, insanın hem sosyalliğini hem de psikolojisini sorunlu bir varoluşa hapsetmektedir (Çakır, 2013, s. 55). 

İnternetle birlikte kitle iletişim araçlarındaki bilgi ve enformasyon daha pratik üretilir, yayılır ve şekillendirilebilir olduğundan (Çakır, 2013, s. 171)  bu durum dizi boyunca kendini hissettirmektedir.  Öyle ki dizideki pilot mahkemede, kanıttan ziyade ortaya çıkan resme önem verilmekte ve ‘resmi çizen’ kolaylıkla halkın algısını yerinden kaydırabilmektedir. Mahkeme vatandaşlara ne istediklerini biliyormuş gibi hitap ederek onları sürekli seçim yapmaya itmekte; hakikatteyse özneyi neyi istediğinin bilgisinden bariz bir biçimde mahrum bırakmaktadır. Sonuçta birey, istediği kendisine sürekli söylenmesi gereken ve bütünüyle şekillendirilmeye açık bir özne haline gelmektedir; mahkeme de böyle bir kitleye hitap etmektedir. Dizi, toplumsal sağduyunun halk oylaması ile yapılan duruşmalarla, nasıl siyasi bir platform olarak kullanılabileceğine de işaret etmektedir. İki ucunun keskin bir kılıca döndüğü bu süreçte, sistemi kullanabilenlerin nelere muktedir oldukları görünür kılınmaktadır. Bu durum, ‘büyük bir davayı kullanarak halkı kazanmak uzun vadede kötü bir fikir olmayabilir’, sözleriyle ifade edilmektedir. Kaldı ki kitle kültürünün tüketicisi olmak durumunda kalan insanlar, sosyo-ekonomik seviyeleri nedeniyle erişemedikleri fakat heves edip özdeşleştikleri insanların konumuna çıkmayı istemektedirler. Bu insanlar gerçek yaşamda bulundukları yer ile hayal ettikleri yer arasında gözle görülür statü sembolleri edinmek için, sosyal mevcudiyetlerine ters düşen bir harcama kalıpları edinmektedirler. Bir taraftan düzenin devamı sağlanırken diğer yandan yoksunlaşma attığından kitle kültürü sosyalize olmaktadır (Oskay, 1978, s. XVII). 

 Bu sosyalizasyonda kitlelerin yaşam biçimleri ve ihtiyaçlarıysa kitle iletişim araçlarından yararlanma konusunda farklılık sergilemektedir. Ekonomik, sosyal, siyasal ve toplumsal olarak sıralanan bu zaruriyeler, kitle iletişim araçlarına da yönlendirme ve yönetme anlamında kılavuzluk etmektedir. Neticede siyasal ve ekonomik yapılanmalar, diğer manada muktedirler, toplumların farklılıklarına göre kitle iletişim araçlarını kontrol etmeye çalışmaktadırlar (akt: Papuçoğlu, 2017: 7).  

Dizide kontrol edilen manipülatif kalabalıklarla yönetme ve yargılama, canlı mahkeme ve DIKE uygulamasıyla adım adım farklı bir yörüngede ilerlemektedir. Canlı mahkemenin etkisini arttırmak ve yerine göre popüler olmak için verilen cezalar, -kırbaçlama gibi-, çocuklarca oyun olarak oynanır hale gelmektedir. Bazı insanlar seslerini yükseltmeye çalışsalar da çoğunluk, sele kapılmış bir biçimde mevcut duruma uyumlanmaktadır. Öyle ki çocuklar, zayıf arkadaşlarını bağlayarak onlara vuracakları kırbaç oyunları oynamaktadırlar. Dahası bütün bir ulusun DİKE uygulaması ile hükümlüyü takip edebilme hali, yeni ve modern bir insan avını başlatmaktadır. Sonuç olarak yönetenle yönetileni, zenginle fakiri, hür olanla hür olmayanı ve mutsuz insanla onu mutsuz kılan toplumsal gerçekliği özdeş kılan kitle kültürü, yanılsama oluşturma göreviyle üretildiğinden (akt:Çakır, 2013, s. 325); iletişimsel bağlantı, kamuoyunun eleştirel tavrı ile tat ve keyif alma tavrını açığa çıkaran, en güçlü casus olmakta; ve  Axworthy’nin vurguladığı üzere, bir insanın kişisel kederi göz ardı edilemez bir şekilde küresel sorun haline gelebilmektedir (Başkan, 2019, s. 219). Doğal olarak gerçeklik, bütünlüğünü ve birliğini kaybetmekte; bundan bizatihi etkilenen insanoğlunun karakterini oluşturması ve koruması hayati derecede zor olduğu gibi, çözümlenmesi çapraşık bir problem haline de dönüşmektedir. Bu problemin büyümesinde, gelişen ve dönüşen bilgi/iletişim teknolojileri ile kişinin mahrem hayatının çarçabuk gözlenebilir, dinlenebilir, kaydedilebilir, açıklanabilir, duyulabilir hatta biteviye izlenerek seyirlik bir nesne haline gelebilir olması yatmaktadır. Dijital ve konvansiyonel medya mahrem hayat alanlarını boyuna daraltmakta; yasal alanda tanınan mahremiyet-hakkı, uygulamalı olarak giderek manasını ve gerçekliğini yitirmektedir. Hakikatteyse mahremiyeti koruma şansı kalmamaktadır (akt:Çakır, 2013, s.42). 

Sosyalize olmuş söz konusu mahremiyeti koruma durumu toplumsal olarak insanların, düşünce ve davranış kalıplarını azami oranda sarsmakta ve mecburi bir bağımlılık yaratıldığından bir bakıma herkesin üzerine düşeni yapması ve ekran önünde olmanın cazibesine uyması beklenmektedir. Öyle ki büyülü ekrana çıkmak artık normal kabul edilen bir forma büründüğünden, canlı mahkemenin bir hâkimi bundan kaçındığında eleştirilere mazur kalmaktadır. Röportaja katılmayan, röportaj yapmanın kendisini zorladığını ve kameradan çekindiğini söyleyen hâkime, etrafınca, ‘Olmaz öyle şey. Medya çağında yaşıyoruz. Halkla iletişim halinde olmalıyız’ biçiminde bir kritik yöneltilmektedir.  

İnsanları, kültürleri ve toplumları, radikal olarak dönüştürüp/biçimlendiren yeni uygulamalar artık sanallıktan çıkmıştır. Yerine göre vazgeçilmez ve her an ulaşılabilir olmaları, hızlı ve kolay iletişim sağlanması gibi unsurlara sahip olduklarından, tüm insanlar için hayati bir önem arz etmektedirler. Haber verme, bilgilendirme, kamuoyu oluşturma ve yönlendirme gibi çok yönlü iletişim süreçleri akıllı telefonlara yüklenen programlarla takip edilir olmuştur. Çünkü günümüz etkin iletişimin aktörleri birbirleriyle iletişim kuran insanlardır artık ve sosyal medya sayesinde gözle görülür bir etkileşime girmektedirler. Bilgi teknolojilerinin geliştiği ve bilgi tüketiminin arttığı bugünlerde sosyal medya, alışkanlıkların değiştiği yerde, insanların yaşamlarına girmiş ve başlı başına bir alışkanlık olmuştur (Yamamato & Şekeroğlu, 2014, s. 10). Bu kondisyon beraberinde dezenformasyon9, mezenformasyon10 ve malenformasyon11oluşturmaktadır. Tüm bu kaos ortamı, insanlarda zihinsel depresyon, psikolojik olarak katlanamama ve yaşamsal görevlerin üstesinden gelememe yetersizliğine neden olmaktadır. Bir nevi uyumsuzluk korkusu yerine, uyum sağlamanın imkansızlığına; sınırları ihlal etme korkusunun yerine sınırsızlığın dehşetine dönüşmektedir (akt:Çakır, 2013, s. 34). 

Bunun enikonu çarpıcıdır; çünkü ortada hâkim bir sınıfın iletişim araçlarını kullanarak insanları etkilemesi ve manipülasyona tabi tutmasından daha derin kökleri olan bir problem karşımızda durmaktadır. Bu sorun bazılarınca sanayi sonrası toplumlar diye bahsedilen toplumların, insanları kendiliğinden ve gönüllü bir şekilde bu alana çeken bazı sosyal eğilimler (tendencies) oluşturmasından meydana gelmektedir. Post-industrial society ile ilkin serbest zaman konulmuş, sonra bunun yerine rutin işlerle harcanan zamana geçilmiştir. Böylece bireysel yaşam yani içsel hayat, ciddi bir kayba uğramıştır. Gerçek hayatta insanların yaşamak zorunda kaldıkları us dışılıkların yerine, iletişim mecralarında zaman geçirme ivme kazandıkça bir anlamda iletişim farklılaşarak suni ve sanal hayatın sözde akılcılığı (pseudo-rationality) ön plana çıkmaktadır (Oskay, 1978, s. XV). 

Bu sözde akılcılığa dizide de rastlanmakta, DIKE uygulamasıyla kurulan iletişim ağı neticesinde kamuoyunda fikir birliğine varılmasının mümkün olacağı ifade edilmektedir. Keza sosyal statüsüne bakılmaksızın suç işleyenlerin halkın oylarıyla ceza alacağı, böylece sağduyuya aykırı duruşmaların olmadığı şeffaf bir yargılamanın yapılacağı dile getirilmektedir. Kamuoyunun dikkate alındığı, hukukun gözetildiği ve halkın görüşlerinin dinlenildiği bir toplumun varlığına gönderme yapan bu söylemler, aslında mevcut düzenin devam etmesini pekiştirmekten öteye gidememektedir. Yeni bilgi teknolojilerinin sunduğu olanakların, çatışmaların çözülmesinde ve sorunların önlenmesinde önemli bir rol oynayacağı düşüncesi ise yara almaya devam etmektedir. İletişimin yararlarından ziyade etkisiz kaldığı noktalara ışık tutan Habermas’a göre modern toplumun problemi, araçsal ussallığın insani ilişkilerde iletişimi yok etmesi ve kamu alanını sömürgeleştirmesi durumudur (Keyman, 1997, s. 234). Öyle ki iletişim halinde olma ve anlık bağlantılar, sağladığı ve sağlamadığı tüm bu işlev/işlevsizlikleriyle toplumu değiştirip dönüştürmekte; ‘gösteri’ kendini bizatihi toplumun bir parçası olarak ve birleştirici bir unsur olarak takdim etmektedir (Çakır, 2013, s. 338). Mills’e göre, özel-hayat, kitle iletişim araçlarınca deformasyona uğramaktadır (akt:Çakır, 2013, s. 39). Gerbner’e göreyse kitle iletişim teknolojilerinden faydalanma şeklimiz ve yarattığı sonuçların incelenmesi, kendi kararlarımızı vermemizi engelleyen ve iyi yaşam görüşümüzü bulanıklaştıran gizli paradokslara temas etmekte (Gerbner, 2014, s. 134); aynı zamanda bu durum özgür akla güvensizlik tohumları ekmek demektir (Gerbner, 2014, s. 171). 

Diğer taraftan DIKE uygulaması ve canlı mahkeme, yargıç Kang’ın üzerindeki ‘Hale Etkisi’ni12 arttırmaktadır. Hale etkisini, kişide gördüğümüz bazı özelliklerin kişiyle ilgili tüm algılarımızı etkilemesi şeklinde de tanımlayabiliriz. Bu etki, algıları dolayısıyla iletişimi yönetirken kişinin lehine kullanabileceği önemli bir noktadır (Babacan, 2019, s. 127). Aynı sebeple yargıç Kang, ekranlarla örülmüş mahkeme salonunda her şeyi bir gösteri unsuru olarak kullanmaktadır. Bu doğrultuda hale etkisini kullanmaktan çekinmeyen yargıç, insanları manipüle etme ve istediği sonuca yönelik olarak oy kullandırma noktasında da stratejik davranmaktadır. Kaldı ki medyanın, hitap ettiği kişiyi kudretsiz ve kör kılma mefhumunun da bağlayıcı olduğu bir hakikattir. Bu hakikat, günlük hayatın tanrı ve tanrıçaları olan ekran yüzlerinin cazibesiyle yadsınamaz bir boyuta taşınmaktadır. Bu durum dizide ‘zor zamanlarda umut gerekir. Gülümseme, gözyaşı ve aşinalık; aşina görünmelisiniz. Cazibe, iktidar olduğu için; sahnedeyken bir anı bile kaçırmadan her şeye hükmetmelisiniz.’ şeklinde ifade edilmektedir. Bu sebeple mahkeme üyeleri belirli bir imaja göre seçilmekte ulusun önünde yapılan yargılamada insanların gerçeklerden çok beğendikleri insanların sözlerine inandıkları dile getirilmektedir. Her halükârda cazibe iktidardır. 

Yargıç Kang bu cazibeyi kullanmakta oldukça mahirane davranmaktadır. Davanın birinde içme suyuna katılan zehirle ilgili olarak, su da bir şey olmadığını ve içmekte sakınca bulunmadığını iddia eden doktor, tam da kanıt olarak getirilen suyu içerken, ‘su, zehirli suyla karışmış olabilir’ diyerek; doktorun anlık tepkisinin ekranlardan verilmesini sağlamakta, böylece canlı yayınla oy kullanacak insanların kanaatlerini değiştirmektedir. Başka bir davada ‘zaten dolu dolu yaşamış yaşlılar kimin umurunda’ şeklinde bir cümleyle vatandaşların ahlaki ve duygusal hassasiyetlerine dokunmaktadır. Ölümle sonuçlanan mesleki ihmalin 5 yıl olan cezasını, tüm kurbanların hesabının verilmesi adına 47 kurban için ayrı ayrı 5 yıl olacak şekilde hesaplamaktadır. Toplam 235 yıllık bu hapis cezasını ölen her bir insanın resmini göstererek ve isimlerini okuyarak vermektedir. En nihayetinde sanığa uzun bir hayat yaşaması temennisinde bulunmakta; zenginlerin hapse girmeden para cezasıyla kurtuldukları bu tarz durumlardan sıyrılmalarının mümkün olmadığını vatandaşlara göstermek ve adaletin tecelli ettiğine dair bir bakış açısı oluşturmak istemektedir. Fakat Ernest Mandel’in Hoş Cinayet’te ifade ettiği üzere; esnaf, memur, çiftçi, zanaatkar ve öğretmen gibi toplumun büyük bir kısmını oluşturan insanlar, kendi tasarruflarını çalanları ve mutluluklarını olanaksız hale getirenleri hapishanede görmekten mutluluk duymaktadırlar. Bu da sosyal hayatta sağlanamayan adaletin, yalnızca görsel olarak da olsa yerine getirilmesidir (Çakır, 2013, s. 261). Kaldı ki, ‘canlı duruşmanın anayasaya aykırı olduğu söyleniyor, insani değil, Show yapıyorlar gibi eleştirilere ne diyorsunuz?’ şeklindeki soruysa bir bakıma bu görselliğin dışa vurulması gibi durmaktadır. 

Tüm bunlarla birlikte tekrar hale etkisine dönecek olursak, çoğu insanda bulunmayan ve şanslı bir azınlığın sahip olduğu bu etkiyi, yargıç Kang çok iyi kullanmaktadır. Bu parıltıyı ekranın ışığıyla birleştirmekte, bunu bir de uygun görsel kıyafetlerle desteklemektedir. Dahası bir avuç ‘doğuştan hünerli kimse’ gerçekten de dinleyici veya izleyiciyi nasıl yakalayacaklarını, kararsızların aklını nasıl çeleceklerini ve muhalifleri kendilerine nasıl döndüreceklerini bilmektedirler. Dahası bu ikna ustalarını, sihirlerini icra ederken izlemek hem etkileyici hem de sinir bozucu olmaktadır. Etkileyici olan, sadece bu kişilerin karizmalarını ve hitabet yeteneklerini başkalarını istedikleri şeyleri yapmaya ikna etmekte ne kadar kolay kullandıkları değildir. Aynı zamanda, sanki iknanın kendisi bir an önce geri ödenmesi gereken bir iyilikmişçesine, başkalarının kendilerinden istenen şeyi yapmaya ne kadar arzulu oldukları da izahtan varestedir (Cialdini, 2015, s. 37). Buna ek olarak gösteri dünyasının, görünür olanı abartma hali ve yüzeydeki görünüşü büyütüp ön plana çıkartması, anlamı/derinliği reddetmektedir. Amaç yalnızca gösteri haline geldiğinde, fiziksel duygular ve izleyicinin bedeni üzerinde işlemektedir (Fiske, 2012, s. 106). 

Bu görkemli canlı mahkemenin nimetlerinden yararlanmak isteyen bir diğer kurum, tabii ki Sosyal Sorumluluk Derneğidir. Virüs sonrası, umut veren bir etkinliğe ihtiyaç duyulmaktadır. Duruşmalarla oluşan kamuoyunun farkında olan dernek, yargıç Kang’ın bu etkinliğe katılmasının iyi izlenim bırakacağını ve seyircileri umutlandıracağını söylemektedir. Kamuoyunun değişken olduğunun farkında olan dernek, kendisi hakkında çıkan olumsuz haberleri örtbas etmek için Yönetim Kurulu Başkanının ölümünü kullanmaktan çekinmemektedir. Dernek, ülkenin ölüm gibi bir konuda cömertlik göstereceği ön bilgisinden yola çıkmakta ve medyayı başkanın ölümü sonrasında bir keder atmosferi yaratmak amacıyla tekrar devreye sokmaktadır. Böylece kamuoyu yapılan yolsuzluklar yerine bu duygusal atmosfere yoğunlaşmakta, dernek de krizi fırsata çevirmektedir. Sonuçta dünyayı fethedenler böyle çalışmaktadır. 

Burada öne çıkan diğer bir problem, özneye biteviye istediği her şeyi yapabileceğinin söylenmesidir. Bu şekilde öznenin ne istediğini bildiği varsayımı giderek zayıflatılmaktadır. Bundan başka çağdaş tekno ahlakın, insanları, devamlı bağlantıda kalmaya ve çok özel bilgi, his ya da durumlarını hiç yüzünü görmediği insanlarla paylaşmaya çağırması, özneyi belirsizliklerle yüz yüze bırakmaktadır (Çakır, 2013, s. 47). Dizide bilgi kirliliği de hat safhada kendine yer bulmakta, önemli olan içerikten ziyade bilginin çokça verilmesi yani sayısal olarak varlığı sayılmaktadır. ‘İpucu sayısını internette her yere koy. Büyük şeyler oluyormuş gibi görünmesini sağla.’ 

İlaveten dizide virüsün tekrarladığı söylentilerine karşılık Hyungsan-dong bölgesinden canlı yayın yapan yargıç Kang, hükûmetin gerçekleri gizlediğini ve devlet terörü uyguladığını kanıtlamak adına kurtarma alanında yaşananları vatandaşlara aktarmaktadır. Aynı anda Devlet başkanı Heo Joong Se, yargıç Kang’tan kurtulunması talimatı vermektedir. ‘Juk Chang’ı arayın ve Kang Yo Han’dan kurtulmasını söyleyin. Ne yapıyorsunuz? Hükûmet ödüyor maaşlarınızı yapsanıza işinizi!’ Burada devlet görevlisi olmayan insanlara, milletin vergileriyle kazanılan paraların veriliyor olması önemli bir husustur. Diğer bir husus ise halka haber vermekle görevli olanların engellenmiş olmasıdır ki, tek haber verebilen mecra DIKE uygulamasıdır. Bu nedenle yargıç Kang, vatandaşlardan DIKE uygulamasını açmalarını isteyerek, komşularının ölümünü izlemek yerine gecekondu mahallesi sakinlerini öldüren yeniden yapılanmaya karşı çıkmalarını istemektedir. Akabinde Başkanın talimatıyla istasyondaki ve tüm bölgedeki elektrik kesilecek, ancak DIKE uygulaması yayında olduğundan çevrede bulunan vatandaşlar cep telefonlarındaki ışığı açarak yayının devamını sağlayacaklardır. Dolayısıyla herhangi bir mahalde oluşan herhangi bir olayın anlık görgü tanıkları, ellerindeki akıllı telefonlarla o olayın görüntüsünü çekerek bilgi paylaşımıyla beraber anında herkese duyurum yapabilmekte, böylece medya alanlarında servis edilmesine katkı sunabilmektedirler. 

Tüm bu olanlardan sonra dizideki muktedirler kendilerine yöneltilen suçlamalara yönelik, her küçük iddiaya tepki göstermeye gerek olmadığını, medyanın kontrolünü ele geçirdiklerinde, akışı değiştirip sağ salim kurtulabilecekleri yönünde bir fikir birliğine varmaktadırlar. Bu düşüncelere karşıt olarak yargıç Kang, kamuoyunun tepkisini göz önüne alma stratejisi geliştirmekte, gürültünün artması daha fazla dikkat çekeceğinden, gürültüyü pazarlama yöntemini kullanma argümanları geliştirmektedir. (Noise Marketing) Öyle ki söylenmemiş sözlerin kullanılması, söylenenlerin çarpıtılması veya haber icat edilmesi bu süreçte rutin bir pratik halini almakta (akt: Çakır, 2013, s. 341); ve kitle iletişimi tutumları ve davranışları etkilemektedir (Cüceloğlu, 2012, s. 558). 

Gelişen teknolojik iletişimin nimetlerinden yararlanan Devlet başkanı Heo Joong Se bu arada canlı yayınlar yapmakta, vatandaşlara hizmet etme ve devlet yönetme mantığını, ‘Kore’nin Total Değişimi! ve İçimizin Yağları Eriyor!’ sloganlarına bel bağlayarak icra etmektedir.  Başkanlık Konutundan canlı bağlantılarla ulusa seslenmekte, sevgili ve saygıdeğer halkına hizmetkâr olduğuna inanmaktadır. Kendi tabiriyle ‘Irgat değil miyim ben?’ şeklindeki hitaplarla bir manada takipçi kasmakta, kendi devlet başkanlığının ömrünü uzatma çabası uğruna, bulunduğu makamın gücünü ve önemini yok saymaktadır. Doğal olarak roller karışmakta devlet başkanı olma ağırlığı ve sorumluluğu, bir youtuber formuna dönmektedir. Her duruma ‘show must go on’13 formülü uygulanmaktadır. 

Aynı gösteri dünyasında canlı duruşmalarla popüler olan yargıç Kang ise Devlet Başkanı’nın başına ödül koymaktadır. ‘Sayın Vatandaşlar, bizzat yargılayın. Başkanımız seçimlerde on milyon oy almıştı, değil mi? DIKE uygulamasındaki oylar, o sayıya ulaştığı anda muazzam bir havai fişek gösterisi seyredebileceksiniz. Demokrasinin zaferini kutlamak için.’ Saram Media Başkanı Park Du Man, kendi yayın kuruluşunda gol yemiş olmaktan paniğe kapılmakta, Devlet başkanı Heo Joong Se ise bu tutumu ülkeye savaş ilanı olarak değerlendirmektedir. ‘İç savaş bu, iç savaş! Devlet Başkanı’na iftira atıyor. İşçi sınıfının alın teriyle kazandığı parayı mı çaldık? Yoksulları yaşatmak için o kadar para bağışladım. Hayırlı bir iş yapmanın bedeli bu mu?’  

Sonuçta kurulmak istenen tahakküm için kanunsuz yollara ‘kanun’ döşemekten kaçınılmamaktadır. Ayrıca -kendilerini hangi tarafta konumlandırırsa konumlandırsınlar- bütün taraflar, sanıklara rüşvet vermekten kaçınmamakta, basın toplantılarını ve davaları bir Show’a dönüştürmekten çekinmemektedirler. Doğal olarak tam bir keşmekeşin içerisinde kalan vatandaşlar, sürekli olarak kandırılıyormuş hissiyle yaşamaya çalışmakta; fakat bir çözüm bulabilmek için yine kameraların gösterdiği öğelere ihtiyaç duymaktadırlar. Bu ihtiyaç aynı zamanda bir nevi tahakkümün yolunu da açmaktadır. Bir kısır döngüye sebep olsa bile kameranın gösterdiği ve göstermediği her şeyden bir anlam çıkarma hali, biteviye devam etmektedir. Çünkü kamera ‘‘şeyleri’’ ideolojik bir mana yüklenmelerine göre bir kastı mahsusayla çevrelemektedir (Bostancı, 2011:137). Frankkfurt Okulu’na göre de insanların akletme, hissetme ve anlama kalıplarını değiştirmek suretiyle, ‘‘şeyleri’’ görme şekilleri üzerinde egemenlik kurularak tahakküm ilişkileri gerçekleştirilmektir (Bostancı, 2011:138). Bu durumda vatandaşlar bir nevi prangalarından kurtulamamaktadırlar. 

Muktedirlere savaş açan yargıç Kang, tüm çabasına rağmen istediği sonucu elde edememekte, üstüne bir de suçlanmaktadır. Dolayısıyla gerçeği ortaya çıkarma fırsatı istemektedir. Karşılığındaysa kurulan canlı mahkemenin, bir kamuoyu mahkemesi olduğu, kanun ve kurallara uygun bir mahkeme niteliği taşımadığı cevabını almaktadır. ‘Bumerangı fırlattığında sana döner. Halk, sabırsız ve acımasızdır. Sen, kanun ve kurallara göre kendini savunurken sessizce beklerler mi?’ 

Zaten öncesinde yargıç Kang’a tam kararında bir saldırı düzenlenerek, fazla ileri gitmemesi salık verilmiştir. Canlı mahkemelerin kurulmasının sebebi, virüs sonrası halkın dikkatini dağıtmak ve dolaylı bir katarsis sağlamaktır. Ancak yargıç oyunu kurallara göre oynamayınca, kodamanlar yargıcı hapishaneye göndermişlerdir. Kamuoyunda oluşacak olumsuz bir reaksiyona karşı gazete, televizyon ve internet dahil olmak üzere her şey sansürlenmiştir. Ancak DIKE uygulamasına yönelik bir şey yapılmamıştır. Sistemin açığını kullanan yargıç Kang, bir biçimde hapishaneden kaçmakta ve DIKE uygulaması üzerinden son canlı mahkemeyi başlatmaktadır. Sanıklar, Kore Cumhuriyeti devlet başkanı Heo Joong Se ve first ladysi Do Yeon Jung.  Sosyal Sorumluluk Derneği yönetim kurulu başkanı Jung Sun Ah. Saram Media’nın sahibi Park Du Man ve muhasebe müdürü Pi Hyang Mi. Minbo Group yöneticisi Kim Sang Sook’tur. Elbette bütün bu işlerde yer alan bu insanlar birbirini suçlamakta ve yapılanlar tek tek ifşa edilmektedir. Nihayetinde son canlı mahkeme kanlı bir şekilde bitmektedir. Böylece vatandaşlar, Rüya Arsa’nın gerçek yüzünü öğrenmekte ve olmayan virüsün bahane edilerek insanların denek olarak kullanıldığına şahit olmaktadırlar.  

Sonuç olarak halkın bir canlı mahkeme ile yargılama sürecine dahil edilmesi, adaletin sağlanmasında ne derece etkili olmaktadır sorusu, havada kalmaktadır. Çünkü kimi vatandaşlar ruhsal durumlarına göre oy kullanmakta, yerine göre bir çocuk ebeveyninin telefonundan oylamaya katılabilmekte veya iddia/savunma kendini hukuk kurallarından ziyade tüm ülkenin kanaatine göre davranmaya mecbur hissedebilmektedir. Ayrıca ülkedeki her bir insandan gözleri bağlı bir Themis misali oy kullanacakları beklenmemelidir. Dahası doğal olarak büyük ölçekte başka dinamikler, başka çıkarlar adaletin ayağına bağ olmaktadır.  

Neticede dizide, verdiği cezaların caydırıcılığını ve gücünü Kılıç, hakkaniyeti ve bunun dengeli bir şekilde dağıtılmasını Terazi, bağımsızlığı ve tarafsızlığı da gözü bağlı bir kadının temsil ettiği adalet mekanizması, adı var kendisi aranıyor mukabilinde bir kuruma dönüşmektedir. DIKE gibi uygulamalar iletişimi ne kadar efektif ve kolay kılsa da belirli bir yetkinlikten uzak tüm teknolojik yenilikler, kullanım amacına göre yapımdan ziyade yıkıma dönüşebilmektedir. Salt kötülükle doğmayan insanoğlu, yaşamın içerisinde başkalaşıp farklılaşmakta ve zamanla gölgede kalan iyi tarafları kötüye ve kötülüğe yenik düşerek, bir canavar yaratılmasına sebep olabilmektedir. Kendini aldatma yanılsamasının bittiği yerdeki bireysel çöküntü, sosyal çürümeye dönmeden bir çözüm bulunmalıdır. İnsan, içinde kalmış hırslarını ve adaletsizlik nedeniyle biriken nefretini absorbe etmenin doğru düzgün bir yolunu arayıp/bulmalıdır. Oruç Aruoba, ‘Benlik’ isimli kitabında, nereye kadar aldatabilir kişi kendini (Aruoba, 2014, s. 61) diye sormaktadır. Hakikaten, kendimizi nereye kadar kandırabiliriz? 

Sonuç 

Erich Fromm, Sigmund Freud ve diğer sosyal bilimcilerin vurguladıkları üzere, insan nadir istisnalar dışında doğuştan öldürme ve şiddet güdüsüne sahip değildir. Özellikle siyasal antropoloji araştırmalarında Pierre Clastres belirgin bir biçimde şiddetin insanın doğasına değil, toplumsallığına yani kültürüne ait olduğunu savunmaktadır. İlaveten Hannah Arendt’in belirttiği üzere, toplumsallıkla birlikte eylem yeteneğini kaybettiğini fark eden modern insan, duyumsadığı düş kırıklığını, bir şiddet manifestosuna dönüştürmektedir. Saldırganlık ve yıkıcılıktan kurtulma durumu bireyde oluşan güçsüzlük, eziklik ve çaresizlik duygusuna karşı bir serap hissiyatı yaratmakta; aksine modern insan, öldürmekten, ölüm seyretmekten, eziyetten, şakasını yapmaktan ve maruz kalanla dalga geçmekten hoşlanır bir kıvama getirilmiştir (Çakır, 2013, s. 232). ‘Yalan Roman’, adlı eserde bu hal, ‘‘Herkes zaten birbirleriyle yarışırcasına rol yaparak yaşayabiliyor’’ biçiminde ifade edilmektedir. 

Ayrıca şiddet gösterilerinin yaygınlaşmasıyla, günlük yaşamda şiddetin artışı arasında doğru bir orantı vardır ve bu süreç hiçbir zaman tersine işlememektedir (Çakır, 2013, s. 251). Kaldı ki şiddetin fiziksel yönü, sınıfsal veya toplumsal çatışmayla ilişkilendirilebildiğinden popülerdir. Toplumsal açıdan önemli ve egemen olanla sapkın olan arasındaki temsiller de şiddete dayanmaktadır. Çünkü tabilerin toplumsallığı, liberal çoğulculuktan veya normatif uzlaşmadan ziyade çıkar çatışmalarına yaslanmaktadır (Fiske, 2012, s. 166).  

Dahası gelinen yüzyılda bağlamından koparılan bir ilişkiler yumağı söz konusudur. Dizide de görüldüğü üzere dernek başkanı, yönetimde devlet başkanı gibi yetkili ve etkili hareket etmekte; başkan, adeta bir youtuber gibi davranmakta; youtuber, kendini bir kamu görevlisi olan polisin güç ve yetkilerine haiz hissetmekte ve öyle hareket etmekte; yargıç, showmen kıvamında mahkeme yönetmekte; vatandaşlar birer yargıç kesilmektedirler. Neticede hak/hukuk, saygınlık, sorumluluk, yetki ve eğlence kavramlarının altı oyulduğundan, sanal krizler yaratılarak ilerleyen distopik bir sistemin varlığı, tüm karanlığıyla birlikte, gözler önüne serilmektedir. Suç/suçlu, gizlilik ve mahremiyet tanımları, özel ve kamusal alan arasındaki sınırların silikleştiği bir dijitallikle yeniden şekillenmektedir. Acı çeken insanlardan, acı çeken halklara evirilen kaos ortamı, kolektif bilinci ve toplumsal beleği felç etmektedir. Öyle ki dizide katmerlenen sorunlar için ‘Para güzeldir, güç de. Ama insanlar, insan gibi yaşamalı’ sözü söylenmekte ve insanca muameleye hasret kalındığına dikkat çekilmektedir. 

Buradan muktedire uygun ince ayarlar yapmayı gerektiren yargı ve diğer kurumsal mekanizmaların varlığına, eleştirel bir bakış açısı getirerek, güç dengesi siyasetine bakılacak olunursa; sistemin hep kazananlara hizmet etmeye ayarlı olduğu görülmektedir. Sorunu, klişe bir tanım olan, başkalarını yönetmek için öncelikle kişinin kendini yönetebilmesi gerektiğine, ama bunun için de önce kendini bilmesi gerektiğine ilişkin söyleme indirgemek akılcı olmayacaktır. Çünkü sistemin vazgeçilmez bir unsuru olan ve istendik sonuçları almaya yönelik bir araç sayılan güç ve gücün kötüye kullanımının yarattığı tahribatın boyutları, insanı insanlıktan çıkaracak denli acımasız olabilmektedir.  

Kaldı ki günümüz insanı, insan olarak kendine ait bırakılmamaktadır. Üstelik bu gerilimle yaşamayı ve ayakta kalmayı öğrenmeye itilmektedir. Dahası devamlı yeni yöntemler üremek, bunları bıçak gibi uygulamak, olasılıkları baştan öngörebilmek, dozunu ayarlamak, hatalarını minimuma indirgemek, mümkünse hiç hata yapmamak, yaptıysa göze batmamasını sağlamak durumundadır. İnce hesap ve dengelerle kurulu bir cambaza dönen günümüz insanı; önceden yarar zarar hesabı tutan, ince eleyip sık dokuyan (Çakır, 2013, s. 43) bir kondisyonla yaşama mücadelesi vermektedir.  

Dolayısıyla şiddeti doğuran distopik bir ortamda adalet mekanizmasını irdeleyen dizi, bir yandan ihtimale bel bağlayan vatandaşın uyuşukluğuna gönderme yapmakta diğer yandan egemenlerin halkı bilinçlendirme, topluma hizmet etme ve farklı kesimlerine ulaşma gibi bir amaçlarının olmadığına dikkat çekmektedir. Ayrıca iletişim ve adalet başta olmak üzere neredeyse tüm kurumların tekelleştiğine değinmektedir.  Yasama, yürütme ve yargının kodamanlara hizmet ettiği bu distopik yerde sosyal hizmet kurumları da sistemin devamlığı için çalışmaktadır. 

Dizide iktidar ve güç perspektifinin çoklu düzlemi, adalet mekanizması üzerinden ele alındığından, kodamanlar tarafından desteklenen devlet başkanları, medya patronları, kurum ve kuruluş yetkilileri ön plana çıkmaktadır. Tüm bu insanlar bir bakıma kodamanlarla iş tutmayanların varlık gösteremeyeceği ters psikolojisini alttan alta işlemektedir. Güç ve iktidar komplikasyonlarının alımlandığı bu kaos ortamında, hedefe ulaşmak adına, güç ve kaynakların kullanılması mubah sayılmaktadır. Keza aşırı tüketim zenginlerce yapılmakta, bedeliyse yoksullara ödetilmektedir. Bu distopik dünyada adalet yalnızca güçlüler için işlemekte ve mevcut durum hiç değişmeyecek bir konum arz etmektedir.  

Hali hazırda sıradan insanın ezildiği, varsıl insanın da bir otomata dönüştüğü bu kaotik ülkede, insan da dahil olmak üzere her şeyin alınır ve satılır olabilmesi kanıksanmış görünmektedir. Dolayısıyla gelinen yerde özgür insanların ne kadar özgür, uygar ülkelerin ne kadar uygar ve açık toplumun ne kadar açık olduğu sorusu cevapsız kalmaktadır. Çünkü bilinçleri köleleştirilen modern yaşam, insanları, bedenlerin köle olduğu eski zamanlardan daha fazla tahrip etmektedir. Doğal olarak insanın elindeki kitle iletişim araçlarının işlevselliği de sorgulanmaktadır. Sermayenin hükümdar olduğu ve parasal düzenin mutlaklaştırıldığı mevcut düzende insanın varacağı noktaysa pek parlak görünmemektedir. Neticede gelinen yerde entelektüel eleştiri çözümlemede bulunurken genelde doğru sonuç almakta ancak değerlendirmede bulunurken yanılmaktadır (Fiske, 2012, s. 142). Zira yaşamda, tüm olasılıklar aynı anda bulunmaktadır. Kuantum kişinin dikkatini verdiği yani odaklandığı yerlerden sistemde değişiklik yaptığından, gözlem etkisi diğer gözlemci etkilerle birleşince toplumsal kuantum alanının ‘çıktısı’, hayatın görünür kısmını oluşturmakta; bu durum entelektüel değerlendirmelerdeki sapmalara neden olabilmektedir. 

Dramada gerçek nasıl söylenirse söylensin kamuoyunun dikkatini kolayca dağıtan güç ve kaynağa sahip kişi ve kurumların varlığına dikkat çekmektedir. Ayrıca dizide insan algısının, nasıl yanılsamalı bir hale getirilebildiği gösterilmekte ve abartılı, noksan veya çarpıtılmış bir algı yaratmanın ne denli kolay olduğu üzerinde durulmaktadır. ‘Birini kandırman için en önemli şey nedir bilir misin? Özgüven. Her zaman kendinden emin olmalısın. İnsanlar genelde buna inanır’ repliği buna gönderme yapmaktadır. Öyle ki dizide ihmal edilmiş hukuki ve toplumsal sorunlar, bu özgüvenin yansıması olarak sosyal medya argüman ve aplikasyonlarıyla üstesinden gelinmiş yanılsaması yaratabilmektedir. Gerçekliğin çoklu yapısından beslenen yalanlar, seyirciyi neye inanacağı hususunda kaygılarıyla baş başa bırakmakta; belirli bir cendere ve uçurumdan geçme hali, zihinleri ve duyguları allak bullak etmekte; biçimlendirilmiş forma dönen insan zihni genel kabule hazır bir biçim kazanmaktadır. Elbette maruz kalmanın önemi yadsınamaz, ancak kolayca tanınan aşinalık ve çekicilik, güçle birleşince, söylem üretmek daha bir kolaylaşmaktadır. Konvansiyonel ve sosyal medya aracılığıyla hukukun mecrasının değiştirilmesi ve siyaset ırmağı ile karıştırılmasının da yardımıyla topyekûn bir kaos ortamı yaratmak hiç te zor olmamaktadır. Bir bakıma otoriteyi ele geçiren son sözü söylemekte; demokrasi, hukuk ve siyaset ise oynanan oyunun bir parçası sayılmaktadır. Edimsellikten uzak serzenişler ise sadece yakınmaya dönüşmekte, bir çözüm üretememektedir.  Ancak sitemi elinde tutanlar ‘kuraklık uzarsa isyan başlayacağından’ bunun dengesini iyi kurmakta; haddi zatında geçimsizlik yüzünden vergi toplanmaması durumuyla karşı karşıya kalmak istememektedirler. 

Dizide ön plana çıkan Sosyal Sorumluluk Derneği söylem olarak, toplumu daha iyi bir yer haline getirmek, mali açıdan geçimini sağlayamayan ve sosyal açıdan dezavantajlı kişilere yardım etmek amacıyla hükümetle birlikte çalıştığını diretmekte; ama gerçekte kendi planları doğrultusunda iktidar ve muktedirleri kontrol etmektedir. Derneğin Sekreteri Jung Sun Ah bu durumu açıklarken, zenginlerin müttefikleri olan iktidardaki kişilerin, ülke meselelerine kafa yormalarına gerek olmadığını söylemektedir. Oturdukları masa/sandalyeleri, duvarlarına astıkları tabloları ve işe gidip gelirken bindikleri arabaları bile derneğin karşıladığını; ayrıca Adalet Bakanlığının bütçesi yetmediği için hapishanelerin yetersiz olduğunu, buna mukabil kendilerinin ise özel hapishaneler kurabileceklerini söylemektedir. Aslında ülke meseleleriyle uğraşan da bizzat kendileridir. Diğer manada ‘Gölge’ yönetim mekanizmasıyla devletin kurum ve kuruluşlarını kendine tabi kılmakta veya işlemez hale getirmektedirler. Tüm bu süreçte karakterlerin içini kanatansa adaletsizlik olmakta; bu durumda Hâkim Kim Ga On, ‘‘Eğer gerçekte adalet diye bir şey yoksa, yalnızca bir oyunsa kazanan tarafta olmak istiyorum.’’ diyebilmektedir. Diğer bir karakterse ifade verme konusunda ‘‘Ailem vicdanım olduğu için açlıktan ölebilir’’ sözleriyle, adaletin çalışmadığını ve doğruyu söylerse işinden olabileceğini dile getirmektedir. Ne var ki mevcut durumda kamu duyarlılığı her haliyle kaotik olduğundan, daha ileri düzeyde güç istemi, kendini maskelemek içi çalışmakta, aynı zamanda iyi ve kutsal görünme telaşı gütmektedir (akt:Çakır, 2013, s. 293). 

Dolayısıyla bu kaotik ülkede hayatta kalmak, kişiliğinden, ilkelerinden, değer ve inançlarından tavizler vermeye veya vazgeçmeye bağlı gibi durmaktadır. Keza sihirli ekranlar, izleyicilere nasıl yaşayacaklarını anlatmaktadırlar. Dilsel sınırları hızla ve kolayca geçebilen ve tüm dillerde anında konuşan görüntünün egemenliği, kolayca zihinlere hükmetmektedir. Bu sayede site çöplüğünde yayın yapan youtuberlar, -korkmaz gözü pek internet yayıncılığı yapan kişiler olarak lanse edilmekte- güçlünün sosyal medya ikonları olarak, ikna fonksiyonuna hizmet eden emir erlerine dönmektedirler. Zaten internet üzerinden yayılan veriler, adaletten politikaya, oradan günlük hayatın pek çok alanına sirayet etmektedir. Bu süreçte bilgi merkezleri aracılığıyla bilgiyi yeniden üretme, değerini ve işlevini değiştirme, kendisine yaralı olmayacağına inandığı bilginin üretimini engelleme normal kabul edilmektedir. Dahası kodamanlar, demokrasiyi yerine göre desteklemekte yerine göre de bastırmaktadırlar. Doğal olarak yasal düzenlemeler ve önlemler yetersiz kalmakta ve güç kendi mecrasında ilerlemektedir. Sistem, birbirlerini devirme, harcama, yok etme ve ayağını kaydırma çabaları içinde olan insanlar yumağı üretmeye teşne bir biçimde varlığını sürdürmektedir. Adorno bu durum için kültür endüstrisi tabirini kullanmaktadır. O’na göre insanlar bazı yayınlarla kültürün bir tüketim metaı haline gelmekte, metalaştırılmış bir sistemle inşa edilen kültür endüstrisi çok şeyi şekillendirmektedir. Gerçekliği çarpıtan kitle haberleşmesi, hakikati yansıtmak yerine, tatlımtırak ve hayali olgularla biçimlenmiş bir iletişimle, bir yandan insanları kendilerine dair bilmedikleri denetleyemedikleri birtakım sosyal, siyasal ve ekonomik güçlerin kontrolüne inandırarak pasifize etmekte diğer yandan mevcut üretim ve tüketim ilişkilerine katılmalarını yönetmektedir. Adorno bu sorunu sadece iletişim meselesi olarak değil, toplumda en güçlü çıkarların oluşmasına sebep olan sosyal eğilimlerin kavranıp ortaya çıkabilme meselesi olarak görmektedir (Oskay, 1978, s. XIV) 

Esasen para için kirli işlere bulaşıp yine para ile bunları temizleyenler, siyaset, sanat ve ekonomi gibi çeşitli sosyal çevrelerden önemli kişilerle olan ilişkilerini kullanarak toplumsal merdivenleri tırmanmakta; ülkeyi kontrol etme gücüne erişince, sistemi kendine hizmet eder hale getirmektedirler. Sıradan insanın değişmesini sağlayan ve içindeki iyiliği gölgeleyen bu zehirli atmosferde insanoğlu zamanla hem kendini hem de çevresini yok eden bir canavara dönüşmektedir. Ancak dizide yargıç Kang, canavarların yaratılmadığını, zaten var olan bir canavarın, iyi bir bahane bulduğunda gözlerini açtığını dile getirmektedir. Bir bakıma tüm insanlık olarak adaletin olduğunu varsayıyoruz. Ta ki haksızlığa uğrayıp sessiz çığlıklarımızla baş başa kalana dek. Bu noktada kimilerinin içinden bir canavar çıkmasının tek sorumlusu olarak ne tek başına sistemi ne de tek başına insanı kabul etmek mümkün değildir.  

Bu nedenle olaya farklı bir bakış açısından yaklaşmak gerekmektedir. Çünkü münferit ve olumsuz olaylara insanların tepki göstermesi ve sosyal mecralardan karşı çıkmaları gayet insani bir durumken; manipüle edilen ve bilinçli bir şekilde insanların tepkilerinin kullanıldığı durumların birbirlerinden ayrıştırılamaması büyük bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Enformasyonun bu yeni savaşı, insan duygularına ve korkularına uygun olmayacak kadar derin ve ciddi bir düzlemde seyretmektedir. Çarpık gerçekliği bir Show’a dönüştürmek ve adalet sosuna bandırmak hakikatle temas etmediğinden, yaşamda gerçek bir adalet sağlanamamaktadır. Dolayısıyla elde salt kanun, ahlak ve etik ile savaşmak ve kazanmak mümkün müdür, sorusu kalmaktadır. Çünkü sistemin açıklarından fayda sağlayanlar veya bizzat sisteme dayanarak çıkarlarını elinde tutanlar, bir sonraki adımda daha fazla talep kâr olmaktadırlar.   

Bu durum dizide bir iş insanı üzerinde ele alınmaktadır. Fabrikasından çıkan atıkların çevreyi ve suyu kirlettiği iş adamı, halkın sesinin çok çıktığını düşünmekte kendisi sayesinde karnı doyan insanları, nankörlükle suçlamaktadır. İhmal suretiyle öldürme cezasının yasal üst sınırı 5 yıl kabul edildiğinden, muhafazakarlığı nedeniyle mahkemenin de cezayı arttırmayacağından emin olarak beline tam uymayan yataklarda uyuyamayacağından şikâyet etmektedir. Avukatı ise bir yıl kitap okuyup meditasyon yapmasını salık vermekte ve yıl sonunda şartlı tahliye ile kendisini çıkaracaklarını söylemektedir. Tabi yargıç Kang 47 kurban için 235 yıl olacak şekilde bir hüküm vermekte ve sisteme çomak sokmaktadır. Sistem ve kurumlarla ilgili olarak çok yönlü çalışmalar yapan Faucault, konuya farklı bir açıdan yaklaşmaktadır. Devletin varlığını meşrulaştıran kurumlara gönderme yapan Faucault’ya göre suçun ve suçluların medya tarafından sürekli gündemde tutulması hapishaneler, akıl hastaneleri, ordu, polis ve adliye gibi kurumların varlığına bağlanmaktadır. Bir bakıma hukuk sistemi sürekliliğini buna borçludur.  Birbirini besleyen bu süreçte suçlular ile bu kurumlar arasında doğru bir orantı bulunmaktadır. Bundan dolayı akıl hastanesi, hapishane ve klinikler aynı zamanda suçlu üretme potansiyeli de taşımaktadırlar. Ussallığa yaslanan sistem, suçu organize ederek ne denli ‘kanlı bir erk’ olduğunu göstermekten çekinmemektedir. Zaten Fransızca’da ‘işkence’ kelimesinin akıl anlamına gelmesi de raslantısal bir durum değildir. (Çakır, 2013, s. 236). 

Doğal olarak insanı/toplumu ileri taşıma vizyonuna sahip olması gereken, yaşam kalitesini arttırma misyonu bulunan ve devletin varlığını meşrulaştıran kurumların/kurumsallığın, dengenin nasıl kurulduğuyla ilişkili olarak yıkıcı bir boyut arz edebildiği ile ilişkili olarak dizideki adalet mekanizması yeterince şey anlatmaktadır. Öyle ki bir ülkenin neredeyse tamamı doğru düzgün çalışmayan bir adalet sistemi nedeniyle elini kana bulamakta; işlemeyen adalet düzeni nedeniyle kendi göbeğini kendi kesmek durumunda kalan vatandaşlar, birbirlerinin yerine göre yargıcı yerine göre celladı olmaktadırlar. Kaldı ki birinin bir cezayı hak etmiş olması, onun cezasını tüm vatandaşların kesmesi gerekliliğini taşımamaktadır. Bu toplumsal aidiyet duygusunu zedelemenin yanında, adalet mekanizmasının basanos14 rolünü de ciddi bir biçimde örselemektedir.  

Diğer yandan neredeyse devletle kendini eş tutan iktidarın, pandemi veya benzeri öngörülemez durumlar için bir B planı olmadığı görülmektedir. Ulusal bir afetle karşılaşan insanlar, el yordamıyla bir çözüm bulmak durumunda kalmakta ne devlet kurumları ne de özel sektör, vatandaşları kaderleriyle baş başa kalmaktan kurtaramamaktadır. Neticede sistemin eleştirilme süreci doğumuna dek uzanmakta ve yerleşik düzenin kendini boyuna üretmekteki eşsizliği insanı umutsuzluğa itmektedir. İnsanlık olarak bu serüvenden nasıl çıkacağımızı bilmemekle birlikte, aslında görünmeyen fakat oldukça ciddi bir sorun olan mevzu, insanların yönlendirilebilir bir hale gelmiş olmalarında yatmaktadır. Yönlendirilebilir olma ise görselliğe maruz kalma halinin, zamanla insanların düşünsel yeteneğini geriletmesine bağlanmaktadır. Bir şekilde eblehlik bulaşan, kendini güvende hissetmeyen, dahası sosyal konumunu beğenmeyen insan, bir nevi betonlaşarak kalabalığa uymaktadır. Bu uyum cahillikle birleşmekte ve şiddete eğilim, zalimlik boyutuna çıkmaktadır. Dizide de şiddete meyilli olan ve kendi hayatını yaşayamamaktan ve arzularını yerine getirememekten beslenen eziklik duygusu; yabancı düşmanlığına dönüşmektedir. Bu düşmanlık, kendinden farklı olanlarla güçsüz olanları, aşağılayıp ezme biçiminde varlık göstermektedir. İlaveten bu davranış, sosyal medyada görünür olma halini bir güç olarak heybesine almakta ve fetişleştirdiği ‘başkan’ın etrafında pervane olmaktadır. Zamanla ‘başkan’ın otorite ve gücünden beslenir bir haleti ruhiyeye bürünmektedir.  Hatta öyle bir noktaya gelmektedir ki vatanseverlik duygusunu bile şiddete çevirmektedir. Dahası gücü elinde bulunduranların organize ve kurumsal şiddet politikası, dizide halkın kendi değersizliğini örten kahramanlar yaratmasına ve sorgusuz sualsiz onlara biate kadar uzanmaktadır.  

Halklarının kaderiyle alakalı karar alma noktasında meşru haklara sahip insanların, elleri-kolları bağlı oturmalarının, insanlığı getirdiği bu yerde neredeyse herkes kan ağlamaktadır. Adaleti yerine getirmekle yükümlü olan insanlar, üzerlerine düşen görevin seviyesinde olmadıklarından bütün sistemin çarklarını hallaç pamuğu gibi attırmaktadırlar. Kiminin son derece saf olması, kiminin arzu ve tutkularının esiri olması, kiminin de kurnazlık denizinde yıkanması neticesinde adaletin tecelli edememesinin iletilişim araçlarıyla şova çevrilmesi ise kaçınılmaz olmaktadır. İnsanlıktan geriye bir şey kalmadığında, cahillik, demagoji ve anlamsız ekonomik istatistikler de bir şeye yaramamakta; bir zamanlar Kartaca’da olduğu gibi ahlak zenginlikle eşdeğer hale gelmekte, zengin birisi sadece talihli değil aynı zamanda kutsal addedilmektedir. 

Neticede toplumun kompartımanlara bölünmüş olması ve her kompartımanın kendi görüş ve hissiyatından bakması, değişik mevzu ve temaların sık sık ön plana çıkmasına sebebiyet vermekte; ancak bunlar toplumun genelini kucaklamaktan aciz olduğundan birileri gülerken birileri ağlamaya devam etmektedir. Sonuçta felaketin tüm boyutlarına akıl erdirememek insanları âtıl kılmaktadır.  İçeriden ihanete uğramış ve dışarıdan da kolu kanadı kırılmış bir adalet sisteminde mevziisini terk etmeyen tek tük insanlar ise ışığın savaşçıları olarak ağır bedeller ödemektedirler. Paranın ahlak bozucu halinin doğrudan açık bir zorbalıkla birleşmesine veya dolaylı olarak gizli bir niyete hizmet etmesine karşı savaşan bu azınlık; insanların artık adalete güvenmediği, ancak hala güvenen birini desteklemeye istekli olabilecekleri ve kanunun ruhundan çok lafzına önem verilen bir çağın kahramanlarına dönmektedirler 

Tam da bu nedenle dizide yargıç Kang, ‘kendi seçiminin doğru olduğunda ısrar eden insanı’ kullanmaktadır. Kararları insanın gerçek doğasını gösterdiğinden, hangi durumda nasıl seçimler yaptığına bağlı olarak insanın asıl rengi ortaya çıkmaktadır. İnsanların zaaflarını kullanmakta mahir olanlar da bu sebeple şeytan sayılmaktadırlar. Yine yargıç Kang, ‘Önce sen saldırmazsan sana saldıran bir dünyada, savaşın tam ortasında sınırı aşmayalım mı?’ diye sormaktadır. ‘İktidarın otoriteyi sınamak olarak gördüğünü, halk haykırış olarak kabul ediyorsa’ sınırı kim ne kadar aşabilir/aşmalı mıdır? Elbette tereddüt eden yine insandır. Zaafları vardır ama tereddüt etmeyi bildiği gibi durmayı da bilmektedir. Aksi hâlde geriye birbirinin aynısı canavarlar kalacaktır. Kendilerine acıyan canavarlar… 

—————————————— 

– Değiştireceğim. Siyasetçilerden, zenginlerden kurtulup ihtiyaç sahiplerine yardım etmekle işe başlayacağım. 

– Bir yargıç olarak, şunu fark ettim. Kanun gücün karşısında güçsüz. Parası ve yetkisi olanların işledikleri suçlar yanlarına kâr kaldı ve ben bunları kendi gözlerimle gördüm.  

– Ne gördün bilmiyorum, ama eminim ki, kanıtın ne kadar boş olduğunun farkındasındır; ve insanları kandırmanın nasıl kolay olduğunun. 

——————————————– 

– Sonuç iyiyse iyi mi oluyor? Süreci doğru bir şekilde mi geçirmemiz gerekiyor?  

– Elbette. Tüm yargılamalar anayasal temellere dayanmalı.  

– Anayasacılık? Hâkim Kim. Duruşmaları adalete hizmet etmek için mi yürütüyoruz?  

– Başka bir sebebi mi var?  

– Oyun oynamak gibi. Ve eğer bir şey kanıtlayamazsan oyunu kaybedersin. En başından beri adil bir oyun değil. Uydururlar, bir şeyler saklarlar ve müfettişleri satın alırlar. Güçlü adamlar kaçmak için her şeyi yapar. Diğer tarafta ise öfkeyle yas tutanlar var. Üzücü olduğunu biliyorum ama gerçekte adalet yok. Sadece bir oyun var. Korkunç bir adaletsiz oyun. 


Dipnot:

1. Deserving poor: Yoksulluğun bireysel davranış veya karakter kusurlarından değil, bireylerin kontrolünün çok dışında yapısal veya makro güçlerden kaynaklanması.

2. Thanatus: Ölüme tutkun olma hali.

3. Panoptisizm: İnsani gözetim.

4. Doxa: Sanı, (Amentü ). Yunanca bir sözcük; genel inanç ya da halka mal olmuş düşünce.

5. bellum omnium contra omnes: Herkesin herkese karşı savaşı.

6. Smart Power: Akıllı güç.

7. Noblesse oblige: Asillerin görev ve sorumluluklarına vurgu yapan bir kavram. Soylu yükümlülük.

8. Paternalist muhafazakarlık: Yönetimin tüm vatandaşlar için iyi bir yaşam geliştirmek adına oldukça geniş devlet müdahalesini zorunluluk olarak görmesi ve görevlerinin önemi.

9. Dezenformasyon: Kasıtlı olarak zarar verme amacıyla oluşturulan ve yanlış olan içeriğin paylaşılması.

10. Mezenformasyon: Yanlış içeriğin mezenformasyon yayan kişi veya kişilerce, o bilginin yanlış ve yanıltıcı olduğunun farkında olmadan paylaşılması. 

11. MalenformasyonDoğru bilginin zarar verme amacıyla paylaşılması. 

12. Hale etkisi: Halo effect

13. Show must go on: Gösteri devam etmeli

14. Basanos sözcüğü, Yunancada “denektaşı” anlamına gelir; “Bir altının gerçek olup olmadığının anlaşılması için söz konusu altın bu siyah taşa değdirilir, ‘deneme’ye tabi tutulan altının taşta bıraktığı ize bakarak sonuca varılır. 

 

Kaynaklar 

Adorno, T. (2019). Negatif Diyalektik. (Ş. Öztürk, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları. 

Adorno, T. W. (2011). Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi. İstanbul: İletişim Yayınları. 

Aksu, H. (2013). Bilginin Gücü . İstanbul: Pusula Yayıncılık. 

Aktaş, Fatih. (2019). Savaş Fotoğrafçılığı Bağlamında Stratejik Algı Yönetimi ve Çoşkun Aral Örneği. Yüksek Lisans Tezi. Erzurum: Atatürk Üniversitesi. 

Aruoba, O. (2014). Benlik. İstanbul: Metis Yayınları. 

Arı, T. (2008). Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika. Bursa: Mkm Yayıncılık. 

Arıboğan, D. Ü. (1998). Kabileden Küreselleşmeye Uluslararası İlişkiler Düşüncesi. İstanbul: Sarmal Yayınevi. 

Ayhan, V. (2014). Uluslararası İlişkilerin Disiplin Olarak Ortaya Çıkışı ve Nitelikleri. H. Çakmak içinde, Uluslararası İlişkiler: Giriş, Kavramlar ve Teoriler (s. 13-75). İstanbul: Doğu Kitabevi. 

Aymaz, G. (2012). Bilebilmenin Mutluluğu. İstanbul: Parşömen Yayıncılık. 

Babacan, Ç. (2019). Öğretmenler için Algı Yönetimi. Ankara: Elma Yayınevi. 

Başkan, B. (2019). Bir Küresel Yönetişim Meselesi Olarak İnsani Müdahale: Temel Sorunlar. O. Karaoğlu (Dü.) içinde, Uluslararası İlişkiler Tahlilleri (s. 219-244). Ankara: Siyasal Kitabevi. 

Bostancı, M. N. (2011). Siyaset ve Medya, Alacakaranlığın İki Atlısı. Ankara: Özgür Yayınları. 

Bourdieu, P. (2019). Akademik Aklın Eleştirisi. (P. B. Yalım, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları. 

Cevizoğlu, H. (2019). Kitle Psikolojisi. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. 

Chomsky, N. (2014). Dil ve Zihin. (A. Kocaman, Çev.) Ankara: Bilgesu Yayıncılık. 

Cialdini, R. (2015). İkna Etme Biliminde Ustalaşmak. H. B. Yazarları, & S. Talay (Dü.) içinde, İletişim (İ. Gülfidan, Çev., s. 37-60). İstanbul: Optimist Yayım Dağıtım. 

Cüceloğlu, D. (2012). İnsan ve Davranışı. İstanbul: Remzi Kitabevi. 

Çakır, M. (2013). Medya ve Modernlik. İstanbul: Parşömen Yayıncılık. 

Dugin, A. (2015). Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım. (V. İmanov, Çev.) İstanbul: Küre Yayınları. 

Fiske, J. (2012). Popüler Kültürü Anlamak. (S. İrvan, Çev.) İstanbul: Parşömen Yayınları. 

Gates, B. (1999). Dijital Sinir Sistemiyle Düşünce Hızında Çalışmak. (A. C. Akkoyunlu, Çev.) İstanbul: Doğan Kitap. 

Gerbner, G. (2014). Medyaya Karşı. (G. Ayas, V. Batmaz, & İ. Kovacı, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 

Hepp, A. (2015). Medyatikleşen Kültürler. (Ç. Bozdağ, & E. P. Devrani, Çev.) Ankara: Dipnot Yayınları. 

Horkheimer, M. (2018). Akıl Tutulması. İstanbul: Metis Yayınları. 

Kartarı, A. (2014). Kültür, Farklılık ve İletişim. İstanbul: İetişim Yayınları. 

Keyman, E. F. (1997). Eleştirel Düşünce: İletişim, Hegemonya, Kimlik/Fark. A. Eralp (Dü.) içinde, Devlet, Sistem ve Kimlik (s. 227-260). İstanbul: İletişim Yayınları. 

Kırel, S. (2018). Kültürel Çalışmalar ve Sinema. İstanbul: İthaki Yayınları. 

Kissinger, H. (2000). Diplomasi. (İ. H. Kurt, Çev.) İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. 

Mardin, Ş. (2018). İdeoloji. İstanbul: İletişim Yayınları. 

Oskay, Ü. (1978). Toplumsal Gelişmede Radyo ve Televizyon. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları. 

Özarslan, Melike Zeynep. (2014). Kitleleri Harekete Geçirme Aracı Olarak Sosyal Algı Yönetimi. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: İstanbul Ticaret Üniversitesi. 

Papuçoğlu, M. (2017). Medyanın Toplumsal Algı Yönetimindeki Rolü. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Yeni Yüzyıl Üniversitesi.

Nye, J. S. Jr. (2020). Yumuşak Güç. (R. İnan-Aydın, Çev.) Ankara: BB101 Yayınları.

Sancar, G. A. (2012). Uluslararası Halkla İlişkiler Yöntemi Olarak Kamu Diplomasisi: Türkiye için Bir Model Önerisi. Doktora Tezi. İstanbul: Marmara Üniversitesi, 204-214. 

Stiglitz, J. E. (2015). Eşitsizliğin Bedeli. (O. İşler, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları. 

Svendsen, L. H. (2017). Korkunun Felsefesi. (M. Erşen, Çev.) İstanbul: Redingot Kitap Yayınları. 

Tınas, N. (2013). Karşılıksız Dünya Düzeni. İstanbul: Cinius Yayınları. 

Tosun, C., & Berk, M. (2018). Foucault’nun Felsefesinde Bir “Sözel İlişki Etiği”: Parrhesia. Kaygı (Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi), 145-157. 

Uzer, U. (2014). Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası İlişkilerin Temel Sorunları. H. Çakmak içinde, Uluslararası İlişkiler; Giriş, Kavramlar ve Teoriler (s. 24-311). İstanbul: Doğu Kitabevi. 

Yamamato, G. T., & Şekeroğlu, Ö. K. (2014). Sosyal Medya ve Blok. İstanbul: Kriter Yayınevi. 

İnternet Kaynakları 

Wikipedia. (2022, 12 10). Wikipedia. Vikipedi, Özgür ansiklopedi: https://tr.wikipedia.org/wiki/Gaslighting adresinden alınmıştır 

Wikipedia. (2025, 02 20). Wikipedia. Wikipedi, Özgür Ansiklopedi: https://tr.wikipedia.org/wiki/Noblesse_Oblige adresinden alınmıştır 

Benzer Yazılar

Yorum Yazın