Anasayfa 2000'ler “Arrival” Filmi Ekseninde; Dil, Zaman ve Uzaylı Perspektifiyle İnsan ve İktidar İlişkisi
"Arrival" Filmi Ekseninde; Dil, Zaman ve Uzaylı Perspektifiyle İnsan ve İktidar İlişkisi

“Arrival” Filmi Ekseninde; Dil, Zaman ve Uzaylı Perspektifiyle İnsan ve İktidar İlişkisi

Vildan Bahçacı

Sinema ve Tür

Sinema, farklı sanat türlerini içine alan yapısıyla gelişip bir endüstri haline gelmiş ve kendisinden önce var olan sanatlardan çok daha fazla ilgi gören bir sanat dalı olmuştur. Lumiere kardeşlerin 1895’te icat ettiği ‘cinematographe’ aygıtıyla başladığı yolculuğunda sinema, teknik ve tür bakımından anlatı yapısını geliştirerek her daim kitleleri peşinden sürüklemiştir. Sinema endüstrisi, sanayileşen ülkelerin kalabalık şehirlerini dolduran işçi kesimi ve yoksullarla hemencecik ilişki kurarak onlara seslenmesinin ardından; yaşanan ve yaşanabilecek olaylara duyguları ekleyerek sessiz filmlerden beri popüler olmayı başarmıştır.[1] Fransa’da ortaya çıkan sinemanın, Rusya’da kuramsal çerçevesi çizilmiş ve son olarak ABD’de endüstri haline gelmiştir. Köklü bir sanayi oluşumu gösteren Amerikan sineması, dağıtım ağları sayesinde sektörde başrol oynamaya başlamıştır.

Her yeni film, hayal gücünü görüntülere aktararak kısmi bir gerçeklik oluşturmakta, karakterlerle sağladığı özdeşimle de insanları etkileyip şekillendirmektedir. Seyirci beyaz perdede, canlandırılan karakterlerde ya kendi duygu, düşünce ve hayat deneyimlerinden parçalar görerek ya da kendi sahip olmadığı duygu düşünce ve hayatlarla özdeşleşerek bir katarsis sağlamaktadır. Bu sebeple sinemaya dair yapılan araştırmalar, görüntülerin ardındaki görünmeyen kodların çözümlenmesi ve alt metinlerin okunmasını zaruri hale getirmektedir. Sinema seyircisine, eğlence ve boş vakit geçirmenin ötesinde bilinçli bir bakış açısı kazandırmak gerekmekte, perdede gördüğü kurgulanmış görüntüler ve karakterlerden yola çıkarak kendi hayatına, düşünsel dünyasına ve anlam arayışına daha farklı bir paradigmayla yaklaşmasını sağlanmak önem kazanmaktadır. Bu nedenle popüler bir film değerlendirilirken hem yapıldığı izlendiği dönemi, tarihsel, siyasal ve kültürel etkileşimler çerçevesinde değerlendirmek hem de sinemanın kendi iç dinamikleri ve bunların bütünsel olarak sinema dışına etkisini ele almak gerekmektedir.[2] Pietari Kääpä’ya göre de küresel bir toplumda politik ve kültürel meseleleri tartışmak için en etkili yollardan biri sinema olmaktadır. [3]

Toplumun geneline hitap edebilen popüler bir sanat olması hasebiyle sinema, toplumların yaşayışlarını ve değer yargılarını etkileme potansiyeline de sahiptir. İnsanlar tarafından kabul gören kıymetlerin onaylanması ve devam ettirilmesi bağlamında özellikle Hollywood sineması, önemli bir işlevi yerine getirmektedir. Seyircinin gittiği ve ticari başarı sağlayan filmlerin içerisindeki beğeni ögelerini bir araya getirme ve sistematikleştirme bir anlamda tür filmlerini doğurmuştur. Tür filmi ve karakter temsilleri yönünden tekrarlanan öğeler, öykü, konu, görsel malzemeler ve en önemlisi karakterlerin sunumundaki amaç ve niyetler bu nedenle daha bir önemli olmaktadır. Bu sebeple sinemada belirli unsurların izleyiciler tarafından takip edilmesi, konu ve ortak anlatısal ögeler açısından benzeşme sağlaması, ticari açıdan zarar etme riskinin denenmek suretiyle sınanmış olması gibi sebeplerle tür filmleri olgunlaşmaya başlamıştır. Tür/janr sözcüğü, Fransızca kökenli ‘‘genre’’ kelimesinin karşılığı olup benzer özellik taşıyan nesne veya varlıkların sınıflandırılıp belirli kategoriler altında tanımlanması olarak ifade edilmektedir.[4]

Nihayetinde western, komedi, müzikal, korku, dram, polisiye ve bilimkurgu gibi adlandırmalarla türlere ayrılan sinema, kendi içerisinde farklı dinamikler geliştirerek bu filmlere uygun ikonik de bir dil oluşturmuştur. Hangi kritere dayandırılmış olursa olsun belli başlıklar altında toplanan popüler filmlerin ilk anda akla gelen üç ortak hususu bulunmaktadır. Öncelikle tamamı hikâye anlatan birer kurmacadan ibarettir. İkinci olarak anlatılarındaki farklar seyirci neden aynı filmi onlarca kez izlesin sorusunu yanıtsız bırakmaktadır. Son olarak da tek bir tematik ilke doğrultusunda kurulmaktadırlar.[5]

Bu minvalde türler, hikâyeleri, karakterleri, teknik biçimleri ve sanatsal anlatılarıyla insana dokunmakta ve onlara gerçek yaşamda deneyimleyemeyecekleri tecrübeleri sunmaktadırlar. Bilhassa bilimkurgu sinemasının diğer bütün türlerle kurduğu etkileşim türün daha yaygın ve popüler hale gelmesine sebebiyet vermektedir. Bu etkileşim de doğal olarak bilimkurguyu, popüler kültürün ana kategorilerinden biri haline getirmektedir. Kabaca geleceğe yönelik tasarılar ve öngörüler ile bilim ve teknikteki gelişmeler üzerine kurulan tema bilimkurgu sinemasının temel anlatısını oluşturmaktadır.

Bilimkurgu ve Edebiyat

MS. II. yüzyılın ortalarında yaşamış olan Yunanlı Samsatlı Lukianos’un Herodotos ve Homeros’u hicvetmek için yazdığı, ‘Gerçekmiş Gibi Sunulmuş Yüz Olay’ adlı antolojisinde yer alan ‘Gerçek Öykü’ başlıklı bir hikâyede, fırtınayla Ay’a fırlayan bir geminin serüveni anlatılır. Burada çılgın uzaylılardan, Aylılar ve Güneşliler arasında geçen bir savaştan, dünyada olan her şeyin duyulduğu bir kuyu ve görüldüğü bir aynadan söz edilmektedir. Bu anlatımıyla hikâye, o tarihlerde uzay yolculuğu ve gözetim sistemlerinin edebi alandaki ilk örneğini teşkil etmektedir.[6]

İlk bilimkurgu romanıysa Ibn-al Nafis’in 1268 ve 1277 tarihleri arasında yazdığı tahmin edilen Theologus Autodidactus’una kadar uzanmaktadır.[7] Buna mukabil bilimkurgunun geniş kitleler tarafından tanınmasında Jules Verne (1828-1905) ciddi bir katkı sağlamıştır. Verne, jeoloji, fizik ve astronomiye dair bilgileri işleyerek kendi üslubunda bir yazın kurgulamayı hedeflerken; bilimkurgu hikâyelerinde, mühendislik bilgisi ve teknolojinin yüceltilmesi yaklaşımını başlatan kişi olmuştur.

Edgar Allan Poe’nun (1809-1849) da bilimkurgu edebiyatının oluşumunda büyük katkıları söz konusudur. Polisiye ve korku romanları yazarı olarak bilinen Poe, “örtük, özerk mikroskobik dünyaların yaratılmasını” olanaklı hale getirdiği tarzıyla, bilimkurgu türünün hikâye kuruluşunu bambaşka bir yere taşımıştır. Keza eserlerinde bilimsel ayrıntıları fantastik bir atmosfer oluşturarak vermekte ve buna toplumsal tenkitleri de güzelce yedirmektedir. Bir anlamda bilimkurgu romanlarının yapısal temelini kurduğu söylenebilir.[8]

Modern bilimkurguyu daha ileri bir boyuta taşıyan Herbert George Wells, gelişimine yaptığı katkılarla hatırı sayılır bir yazar olarak bilimkurgu serüveninde yerini almıştır. Türün detaylarını roman çatısında ele alarak bir manada repertuarını oluşturmuştur. Bilimsel bir çevreden de gelen Wells’in ilk eseri Zaman Makinesi (The Time Machine, 1895) Heineman’da yayımlanmıştır.[9]

Boston Üniversite’nde biyokimya profesörlüğü yapmış olan Isaac Asimov bilim, mitoloji, eleştiri gibi pek çok alanda kitaplar yazmış olsa da en çok bilimkurgu türünde yazmış olduğu romanlarla tanınmaktadır.[10] Isaac Asimov bilimkurguyu, bilimsel gelişmelerin insanoğlu üzerindeki etkileriyle ilgilenen yazın türü olarak tanımlamaktadır. İlk kısa öykülerinden olan Nightfall (1941) Asimov’un en büyük eserlerinden biridir ve bu öyküden çoğunlukla yayınlanmış en popüler ya da en iyi bilimkurgu öyküsü olarak söz edilmektedir.

1920 yılında Çek oyun yazarı Karel Capek, insanların kendilerine benzeyen makineler yaptıkları ve zamanla bu makinelerin insanlığa egemen olmasının anlatıldığı “R.U.R” adlı tiyatro oyununda ilk kez robot terimini kullanmıştır. Bilimkurgu türünün olmazsa olmazı robotlar bu şekilde ortaya çıkarken; Çekçe’de “robot” sürekli çalışan anlamına gelmektedir.[11] Her ne kadar “Robot” sözcüğü için Čapek’e borçlu olunsa da bu kelimenin akla getirdiği ilk yazar Asimov’dur. Öyle ki bilimkurgu tarihinde O’ndan başka hiçbir yazar ardında bu denli hacimli robot külliyatı bırakmamıştır.

Buna mukabil günümüz bilimkurgu edebiyatının başlangıcını Mary Shelley’in Frankenstein adlı romanı oluşturmaktadır. Frankenstein ilk gerçek bilimkurgu romanı kabul edilmektedir. Zira kendinden önce gelen diğer bilimkurgu romanlarının aksine ana karakter, temkinli bir yol izlemekte ve laboratuvarında modern deneyler yapmak suretiyle bilimsel verilere daha bir riayet etmektedir. 19. Yüzyılın, bilimkurgu açısından zengin olmasında ve türün devam etmesinde Mary Shelley’nin hakikaten büyük etkisi olduğu kabul edilmektedir.

Ayrıca Frank Herbet, Ray Bradbury, Arthur C. Clarke, Ursula K. Le Guin gibi yazarların da bu alanda eserleri mevcuttur. Bilimkurgu yazarı Ursula K. Le Guin’e göre de fantezi ve bilimkurgunun önemi, kesin ve belirlenmiş bir iyileşme umudu sunmasından ziyade hayal ürünü olan, ama ikna edici bir alternatif gerçeklik önermesinde yatmaktadır. Mevcut koşulların, yaşam biçiminin tek seçenek olmadığını göstererek daha cesur düşünmeye yardım eder. Adaletsiz düzenin devam etmesine izin veren şey, insanın yaşamanın yeni yollarını düşünmek konusundaki tembelliği ve ürkekliğidir.[12]

Bu bağlamda Amerika’da bilimkurgunun kitle edebiyatına dönüşmesinde “pulp-magazine” olarak adlandırılan dergilerden de söz etmek gerekmektedir. Bilimkurgu, 1920’lerin ortalarına dek türün atmosferinin tanınmasıyla sınırlı kalsa da o zamana kadar meydana çıkan eserler sadece deneme amaçlı, eğlencelik bir nitelik taşımıştır. Sadece bu türe ayrılmış olan ilk ciddi dergi Hugo Gernsbeck’in editörlüğünü yaptığı Amazing Stories dergisi olmuştur. Bu noktada Japon ‘‘manga’’ları da uzak doğu eksenli bilimkurgunun gelişiminde önemli bir yer de durmaktadır. Anime adı verilen yapımların bu denli fazla olmasında manga etkisi hiç de azımsanmayacak bir boyut arz etmektedir.

Bilimkurgu edebiyatı birazda hayal dünyasında yapılan bir seyir gibidir. Bilimkurgunun bu yolculuğu iyimser ya da karamsar olabilir. George Orwel’in 1984’ü ve H. G. Wells’in mükemmel ütopyaları düşünüldüğünde; ondan insan varlığı, insanın evrendeki yeri ve neyin insan olduğuna dair fikir edinilebilir. Lucas’ın Yıldız Savaşları’nda olduğu gibi dev bir peri masalına, atların uzay gemisi, kılıçların ve tabancaların lazer silahı olduğu bir kovboy öyküsüne de gidilebilir. Keza modernist bir Bildungsroman gibi bir bireyin dünyasının içinde ve ona karşı oluşumu izlenebilir ya da Samuel Delany’nin postmodern heterotopyası Triton gibi değerlerin yok olduğu, bireyin parçalandığı bir kâinat da çizebilir.[13] Tüm bunlara bakıldığında geleceğin şimdiden farklı olacağı düşüncesinin, edebiyatta kendine yer bulduğu kesinleşmiştir. Bu sebepten bir sonraki adımı, popüler sanat dallarına yayılarak özellikle bir tür olarak sinemada yerini sağlamlaştırmak olmuştur.

Sinema, roman ve çizgi roman bir yandan geleceğin dünyasının nasıl şekilleneceğine dair merak edilenlere dair alternatif üretirken diğer yandan açıktan bir kritiğin yapılması adına bilimkurgunun fotoğraflarını çekmektedirler. Bu nedenle her bilimkurgu, kendi ütopya veya anti ütopyasını (distopya) sunarken aynı zamanda adeta geleceğe dair kendi ideal gerçeği ile kaçınılmaz sonunu da üretmektedir.

Bilimkurgu ve Sinema

Bilim kurgu terimi, İngilizce Science-Fiction kelimesinden çevrilmiştir. Bu türün beyaz perdedeki ilk önemli ismi olan George Melies, 1902’de Verne ve Wells’in romanlarından yola çıkarak Ay’a Yolculuk (Le Voyage Dans La Lune) adlı filmi yapmış ve oldukça ilgi görmüştür. Ancak bu minvalde ilk modern bilimkurgu örneği olarak nitelendirilebilecek film, Mary Shelley’in (1797-1851) Frankenstein ya da Modern Prometheus ismiyle yayınlanan romanından esinlenerek çekilen film olmuştur. Bu hikâye, elektrik kullanarak kendi yaşayan yaratığını ortaya çıkaran bir bilim adamının öyküsüdür. Shelley, bu hikâyesiyle aynı zamanda araştırmaları ve buluşları kendini aşan bilim adamı örneğini de ortaya koymuştur.[14]

1910 yılında Edison Studios, J. Searle Dawley’in yönettiği ilk Frankenstein filmi çekilmiş; sonrasında gelini, oğlu, hayaleti şeklinde kendisinden sayısız film doğurmuştur. Öyle ki Frankenstein ismi canavar kelimesiyle özdeşleşir bir hal almıştır. Daha sonraları çekilen The Airship Destroyer (1909) ve La Folie Du Docteur Tube (1914), Genuine (1929), filmleriyle gelişen bilimkurgu sineması bilhassa Metropolis (1926) ve Things to Come (1923) ile kendisini iyice belli etmiştir.[15]

Tüm bu filmler 1. Dünya savaşı esnasında ve sonrasında çekilmiş ve bu atmosferden ister istemez etkilenmişlerdir. 1929 yılındaki Büyük Buhranda New York borsasının çöküşü, sermaye ve endüstrinin büyük kayıplara uğraması ve büyük bir işsizlik sorunu yaşanmış, bu durum film yapımını da zora sokmuştur. Durum II. Dünya Savaşı’na kadar kendini hissettirmiş, fakat 1930’lu yıllardaki filmler “kaçış filmleri” olarak bu görevi devam ettirmiştir. Dizi alanındaysa bu yılların sonunda bilimkurgu anlamında bir artış olmuştur. Flash Gordon (1936), Buck Rogers (1939) dizileri başta gelirken bunlara, pulp magazinlerin ve radyo oyunlarının kahramanlarının dizileri de eklenmiştir.[16]

1940’lar İkinci Dünya Savaşı ve Nükleer silahlar, atom bombası gibi acı sonuçlar doğuran bir zaman dilimi olması hasebiyle savaş sonrası bunalım ciddi sorunlara kapı aralamıştır. Savaştan sonra 1950’ler paranoya ve endişeli ruh halinin kol gezdiği yıllardır. Nükleer teknoloji insanlığa kendi türünü yok edebilecek bir potansiyele sahip olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Buna mukabil Demokrasi, özgürlük ve refah adına kurtarılan dünya, yeniden ikiye ayrılmıştır. Nükleer güce sahip olan “Demir Perde” ile ABD arasındaki rekabet dünya genelinde yeniden bir kutuplaşma ve korku koridoru oluşturmuştur.[17] Kore Savaşı bu kutuplaşmanın sonuçlarından sadece birisidir. Sonrasında Vietnam Savaşı gelmiştir. Doğu Bloku ülkeleri olan Kuzey Vietnam, Çin ve Sovyetler Birliği ile ABD destekçisi olan anti-komünist Güney Vietnam ve başta ABD arasında yaşanmıştır. Kore Savaşı’ndan sonra Soğuk Savaş’ın ikinci sıcak çatışması olmuştur.[18]

Nükleer bomba korkusu insanlarda tehlikenin gökyüzünden geleceği algısı oluşturduğundan o yıllarda uzaylı istilası temalı birçok film çekilmiştir. Ayrıca çoğunlukla uzayda geçen, heyecan verici olayların yer aldığı ve romantizmin ön planda taşındığı bilimkurgunun bir alt türü olan Space Operalar da yaygınlaşmıştır.[19] Türün bu dönemdeki örnekleri için The Day The Earth Stood Still (1951) ve War of The Worlds (1953) filmleri gösterilebilir.[20]

1960’lar hala soğuk savaş etkisinde devam eden yıllardır. Berlin Duvarı’nın inşası ve Küba füze krizi Soğuk Savaş’a boyut atlatmıştır. Kennedy suikastı, Vietnam Savaşı, Çin kültür devrimi ve 1968’de Fransa ve ABD’de patlak veren öğrenci olayların etkileri edebiyatta olduğu kadar sinemaya yansımamıştır. Bu yıllar aynı zamanda ABD ve SSCB arasında yoğun bir uzay yarışına da sahne olmuştur.[21] Önce uzaya ilk insan Yuri Gagarin gönderilmiş (1961) daha sonra uzayda ilk yürüyüş Sovyet astronot Aleksey Arkhipoviç Leonov tarafından gerçekleştirilmiştir. Ve Neil Armstrong 1969 yılında aya ayak basan ilk insan olmuş, bilimkurgu sinemasının en gözde motiflerinden olan aya seyahat artık bir hayal olmaktan çıkmıştır.

Bilimkurgu sinemasında 1960’lı yıllarda esasen iki yaklaşım söz konusudur. İlki yazınsal bilimkurgu klasiklerinin sinemaya aktarılmasıdır. The Time Machine (1960), Mater of The World (1961) Fist Men in The Moon filmleri bunlardan bazılarıdır. İkinci olarak The Day The Earth Caugt Fire (1961) filminde olduğu gibi nükleer savaşa duyulan endişelerin işlendiği filmlerdir. Arthur C. Clarke ve Kubrick’in 2001 A Space Odyssey (1964) filmiyle de uzaya dair yeni fikirlerin kapısı aralanmıştır.[22]

Bilimkurgu sineması, 1970’lerle birlikte basılı medyadan, sinema başta olmak üzere görsel alana kaymıştır. Görsel yaratım teknikleri sinemanın önünü açmakla birlikte; özel efektlerin gelişip önem kazanması, film bütçelerini zorlamaya başlamıştır. Bu nedenle filmleri baltalayan özel efekt giderleri sıradan bir ölçüt haline gelince bilimkurgu filmlerinde de bir artış gözlenmiştir.[23] Keza 1970’lerin sonunda mikroçiplerin icat edilmesi, bilgisayar teknolojisinde de büyük gelişmeler meydana getirmiştir. Bilgisayarların boyutlarının küçülmesi ve ucuzlamasıyla, işlem ve iletişimdeki kabiliyetlerinin gelişmesi toplumsal hayatı etkilemiş ve ağ toplumunun oluşumunu hızlandırmıştır.

1970’lerin bilimkurgu temaları, politik sıkıntılar ve iktidar sorgulamaları merkezli bir yol izlemiş; insanlığın kendi kendine yapabilecekleri ve tehdit yaratma kabiliyetinin bilincine varılması daha ziyade distopik filmlere yönelimi ön plana çıkarmıştır. Bu dönemim en önemli örnekleri George Lucas’ın Star Wars (1977), Spielberg’in Close Encounters of The Third King (1977), ve Riddley Scott’ın Alien (1979) filmleri olmuştur.[24]

1980’lerde Harrisburg ve Çernobil felaketleri, ardından ozon tabakasının delinmesi gibi olaylar sebebiyle bilimkurguda klasik temaların yanı sıra ekolojik sorunların da ele alındığı yıllar olmuştur. Ayrıca yeni yeni doğan sanal gerçeklik kavramı da filmlere yansıtılmaya başlanmıştır. Yakın gelecek senaryolarıyla Cyberpunk akımı, edebiyat alanında olduğu gibi sinemada da etkili olmuştur.[25]  Bruce Bethke’nin 1980 yılında yazdığı, fakat 1983’te yayımlayabildiği kısa hikâyesinin baslığı olan “Cyberpunk”, bilişim ağları odaklı teknolojiyi ve toplumsal düzende meydana gelen çöküşleri işleyen distopik bir alt kültürden ortaya çıkmıştır. Gerçeklik ile sanal olanın birbirinden ayırt edilemediği, çok uluslu şirketlerin devletlerin yerine geçtiği karamsar bir gelecek tablosundan esinlenilmiştir.

Bu yıllarda ciddi gelişme gösteren bilgisayar animasyonları ve sinema teknikleriyle görsel açıdan etkili filmler çekilmiştir. Star Wars serisi, Terminator Serisi, Totall Recall, Fifth Element bunlardan bazılarıdır. Ancak yine bu zamanlarda çekilen ve hayatın anlamına dair sorular soran Blade Runner (1982) filmi konusu, mekânları ve ele alınış tarzıyla kült olmuş filmlerden birisidir.[26]

1990’larla birlikte soğuk savaşın resmen bitmesi ABD’yi en güçlü devlet konumuna getirmiş ve artık korkulacak bir öteki kalmamıştır. Körfez Savaşı ve yaşananlar da geride kalınca, bu noktadan sonra gruplara, sokak serserilerine, diktatörlere ve verili kodların dışına çıkılmış ve iyiden iyiye makinelere yönelinmiştir. Postmodern bilimkurgu filmleri ve sanal mekân ve kahramanlar sahayı ele geçirmiştir. Larry ve Andy Wachowski kardeşlerin yazıp yönettiği The Matrix, bilimkurgu sinemasında sanal teknolojilere dair içeriği ve görselliğiyle kendinden önce kendinden sonra şeklinde bir çığır açmıştır.

11 Eylül 2001 saldırıları sonrası hibrit ve vekâlet savaşları başlamış ve yeni dünya düzeni küresel ölçekte farklı bir çağa adım atılmasına sebebiyet vermiştir. Bunun sonucunda bölgesel ve küresel politikalarda değişikliğe gidilmiş ve dünya yeni paradigmalarla şekillenmeye başlamıştır. Bu kapsamda bilimkurgu filmlerinde de distopik ögeler yeniden ağırlık kazanmıştır. Kapitalizmin insanları nesneleştirmesi ve boğucu bir yaşam sunması, gözetim toplumu haline gelinmesi, adalet sistemindeki aksaklıklar, yabancı ve öteki algısının yeniden hortlatılması çekilen filmlere de yansıtılmıştır. A.I. (2001),  Minority Report (2002), Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004), Avatar (2009), Inception (2010), Oblivion (2013), Gravity (2013), Snowpiercer (2013), Interstellar (2014), Ex Machina (2014) ve Mad Max: Fury Road (2015)  2000 sonrası çekilen filmlerden bazılarıdır.

Bilimkurgu ve Söyledikleri

Bilimkurgu, özünde insana dair düşsel bir gelecek, bir dünya tahayyül edebilme kabiliyetinden doğmuştur. Bilim aracılığıyla doğa karşısında güç elde eden insan, teknolojinin ilerlemesiyle de özgüven kazanmış ve bilimsel ve teknolojik ilerlemenin vaat ettiği farklı bir gelecek kurgulamaya başlamıştır. Bilimin gelişmesi ve pratiklerinin uygulanması, insanlara, mutluluğu yaşamdan sonra yerine bu dünyada elde edeceklerini düşündürmüştür. Keza dini duyguların günlük yaşam üzerindeki baskısının kırılması, insanın doğada egemenlik kurmasına sebebiyet vermiştir. Aydınlanma’dan başlayarak günümüze uzanan akıl-doğa mücadelesi aynı zamanda bilimkurgu edebiyatının da ana temasını oluşturmaktadır. Bu nedenle bilimkurgunun ortaya çıkışıyla Coğrafi Keşifler arasında bir bağlantı vardır. Çünkü dünyanın yeni bölgeleri bulunup, buralardaki yerli halklarla tanışıldıkça dünyaya dair mekânsal algı değişmiş; dünyanın evrenin merkezinde olmadığına ilişkin “Kopernik Devrimi” kâinata farklı gözlerle bakılmasına sebebiyet vermiştir. Dünyanın mekânsal sınırları da çizilmiş olduğundan dikkatler uzaya, farklı gezegenlere kaymıştır.

Bilimkurgunun ortaya çıkmasının nedenleri arasında yer alan bireyin umutlarına yön verme imkânı, gelecekle bağlantısını zorunluluk haline getirmiştir. Sanayi devrimiyle teknoloji, geleceğin sınırsız olanakları üzerinde yükseliyor gibi göründüğünden; burjuvazi sınıfı, kendi sömürücü ve sefil pratiğini gizlemeye başlamıştır. Bunun sonucunda teknolojinin umutlarını ve metafiziğini, estetik bir dile dönüştüren ve bunları kitlesel olarak yaygınlaştırabilen bir biçimin yaratılması, hem mümkün hem de kaçınılmaz olmuştur.[27] Bu bağlamda Jürgen Menningen, filmlerin sömürgeci boyutları zımnında; yabancı, dünya dışı güçlerin tehdidi altındaki Dünya’nın kurtarılması gerektiği bahanesiyle, sınıflı toplumun tipik eğilimlerinden biri, yani kendi çıkarlarını bütün bir insanlığın çıkarlarıymış gibi sunma kurnazlığı, bilimkurguda apaçık kendini belli eder,[28] demektedir.

Bu kurnazlık, imajinasyonlar tekrarlanmak suretiyle kesinlik kazanmaktadırlar. Kültür endüstrisini döndüren çark, öykünmeci gerilemeye, bastırılmış taklit dürtülerinin istismarına ayarlı bir yapı arz etmektedir. Usulü, izleyicinin kendisini taklit etmesini önceden görmek ve istediği anlaşmayı varmış gibi göstermek üzerine kuruludur. Ve dahi bunu kolaylıkla başarmaktadır çünkü sisteme oturmuş bu yapıdaki anlaşma bir bakıma ondan bağımsız olarak kurulmaktadır.  Öyle ki, sisteme düşen mevcut sözleşmeyi yoktan var etmekten ziyade, törensel bir biçimde ve hiç durmadan tekrarlamaktır.[29] Bu tekrarlarda da kültür ve eğlence bütünlüğü sadece kültürün alçaltılmasıyla değil eğlencenin zorla entelektüelleştirilmesiyle de gerçekleştirilmektedir.[30]

Buradan bakıldığında, iktidar, güç ve hegemonya anlayışının devletlerin yumuşak güç aktarımı olan kültür ve türevlerinin satışını ön plana çıkardığı görülmekte ve sinema penceresinden Althusser’in ‘‘devletlerin ideolojik aygıtları’’ dediği sistemin yerleşik kalıpları seyredenin üzerine boca edilmektedir. Popüler olmasıyla birlikte siyasal konuları da ele alan bilimkurgunun toplumu dönüştürme potansiyeli daha yüksektir denilebilir. Bu nedenle Adorno, kültür endüstrisinin topyekûnlüğüne vurgu yapmakta ve dışarıda hiçbir şey kalmayacak biçimde bütün öğelerinin birbirine bağlanmış olmasını topyekûn toplumsal aldanışla bir tutmaktadır. Karşı savları da bu yüzden bir o kadar hafife almaktadır.[31]

İnsanlar ‘‘kaosu örtbas edecekleri’’ bir düzen ve anlam kurmak istemektedirler. Sürekli olarak tehdit altında olan düzende kaos hiç dinmemekte bireye varlığını bir şekilde hissettirmekte ve kendisini sürdürmektedir.[32] Bu kaos ortamında da ‘‘Yeni bilgi’’nin paylaşılması ve kullanılması problem arz ettiğinden iktidarın kontrol etmediği bir bilginin tüm sistemi bozacağı ve kargaşa yaratacağı iddiası, her daim güç kazanmaktadır. Bu durum bilgiyi kontrol altına alarak bir tekel oluşturmakta ve bir tür silaha dönüşmektedir. Bu sebepten de acaba şu tepenin arkasında ne varı merak eden insanlar, araştırmalarını devletlerin veya büyük şirketlerin desteğiyle sürdürmek durumunda kalmaktadırlar.[33]

Bu bağlamda sinemada türler incelendiğinde, güç ve otoriteye dayalı Batı menşeli kapitalist ve emperyalist sistemlerin devamını sağlayan, sömürgeci beyaz erkek kahraman temsillerinin ön planda olduğu bir yaratım görülmektedir. Bu filmlerde ‘‘batılı beyaz erkek’’ dışındaki diğer ırk ve dinlerden karakterler ve kadınların ikinci plana atılarak ötekileştirilmesi söz konusu olmaktadır. Tür filmlerindeki karakter tasvirlerinde özelde kadınların genelde ise beyaz erkek dışında kalan bütün ırksal ve sınıfsal “ötekiler” aleyhine oluşan olumsuz stereotipleşme ve sunumlarla yaratılan yabancılaştırma ve bizden değil olgusu, bilim kurgu filmleriyle de desteklenerek dünya dışına taşınmakta ve uzaylı temasıyla korku, kaygı ve tekinsizlik devam ettirilmektedir. Her ne kadar teknoloji ve bilimsel yeniliklerle soslanmış olsa da sonuç itibariyle bilinçaltına işlenen düşünce, çemberin korunması ve dışına çıkılmaması gerektiği şeklinde olmaktadır.

Jean Baudrillard da günlük hayat pratiğindeki bilimsel ve teknolojik değişimlere vurgu yaparak, yaşamın bir bilimkurgu boyutuna geldiğini, buna mukabil bilimkurgunun da çekiciliğini yitirmeye başladığını ifade etmektedir. Yazara göre gerçeklerden yola çıkarak, düşsel hikâyeler, tasarımlar ortaya çıkarmak mümkün değildir; çünkü gerçekler, zaten simüle edilerek tasarı bir gerçeklik olarak hayata enjekte edilmektedir.[34] Bu sebepten kıyamet sonrası bilimkurgusu ya da post apokaliptik bilimkurgu, nükleer, biyolojik, ekolojik, jeolojik ya da kozmolojik felaketlere bağlı olarak dünyanın sonunun geldiği ve meydana gelen büyük yıkımlardan kurtulan insanları nasıl bir hayatın beklediğini konu edinmeye devam etmektedir.[35] Bilimkurgu bunu yaparken de korkulardan beslenmeyi ihmal etmemektedir. Doğal olarak bu durum içsel ve dışsal korkuyu tetiklemektedir. Öyle ki insan akla gelen her tehlikeyi takıntı haline getirebilecek bir yaratılışta olduğundan; insanın korkması gereken bir sürü olgu olmakla birlikte asıl problemi, her şeyi korku bakış açısından görüyor olmak yaratmaktadır.[36] Bilimkurgu filmleri bunu destekler biçimde korkuları ön plana çıkarmaktadır. Avatar (2009) filminde, insanlar istilacı bir güç olarak resmedilirken; Na’vi ırkının da Amerika Kıtası’nın keşif sürecinde, kıtaya yeni gelen birlikler tarafından habitatları katledilen kabilelerin mensuplarına benzetilmesi, popüler sinemada yer alan, istila temalı eleştirilere dair bilindik bir metafor olarak bunu desteklemektedir.[37]

Bunun aksini iddia edenlerse bilimkurgu sineması, günün kaygılarını, korkularını başka bir zaman ve mekâna taşıyarak, olası felaketleri ya da çözüm yollarını önermesi bakımından meselelerin algılanmasına büyük katkı sağlamaktadır demektedirler. Kıyamet, kıtlık ve istila senaryoları, insan türünün felaket karşısında ya da kaynakların sadece bir grup insana yeteceğine inandıkları zaman, halkın belli bir kısmını “insan olmayan öteki” olarak görme eğilimini, her ne kadar insanı esir alan korku duygusunun sadece market yağmalama görüntüleriyle sınırlı kalmayacağını -ki klişe olarak bu görüntüler verilmektedir- ve teknolojik gelişmelerin kimlerin yararına olduğunu sorgulayan filmler olduğunu da vurgulamaktadırlar.

Bir bakıma bilimkurgu kullandığı yöntemle günün sorunlarını ışık tutmaya çalışır. Özellikle abartarak bu sorunlara kendi argümanlarını eklemesi ya da yepyeni realitelerin varlığından söz edilebilir bir sonuç çıkarması bu anlatımı güçlendirmek içindir. Çünkü bilimkurgu filmleri, Brereton’un vurguladığı gibi, doğaları gereği içinde yaşanan ve kesin kabul edilen dünyayı sorgulama eğilimindedir. Douglas Kellner de, metinlerin ideolojik değerlendirmesi ve medya kültürünün gösterilerinin ötesine geçerek, toplumun umutlarını, korkularını nasıl sahnelediğini, ideolojik söylemleri ve politik duruşları nasıl yaydığını incelemek gerektiğini söylemektedir.[38] Bu çerçevede Marc Ferro Sinema ve Tarih kitabında, kurmaca filmlerin de belgeseller kadar tarihi kaydeden araçlar olduğu, filmlerin içindeki ayrıntıların ‘görünür olan’ boyunca ‘görünmez olanı’ keşfetmeye yardım ettiğini vurgulamaktadır. Aldo Leopold’ün insanın ancak gördüğü, hissettiği şeylere karşı etik davranabileceğini söylemesi gibi, Ferro da “Hiç görülmemiş olan, aynı zamanda ve özellikle, hiç hissedilmemiş olandır” demektedir.[39]

Ünsal Oskay, bilimkurgunun dünyanın algılanma biçimine karsı kuşkucu bir yaklaşımı olduğunu söylemektedir. Ona göre bilimkurgu olağan algılamanın dışına çıkmak istemektedir. Tıpkı masallar ve mitlerde olduğu gibi yabancılaştırmaya başvurmakta alışılagelmiş algılama içinde görülen ve anlamlandırılan olgulara karşı kendini yabancılaştırarak, onların alışılmış kalıpların dışında algılanmasını gütmektedir. Bu yabancılaştırma diğerleri gibi metafizik ve bilimsellik karşıtı bir tutumda olmadığı için de aynı zamanda eleştirel bir yabancılaştırmadır.[40] Bu minvalde spekülatif bilimkurgu anlamlı bir yabancılaştırma eylemi olarak görecelilik arz etmektedir. Zira insan için kendisine tamamen yabancı bir şeyi hayal etmek imkansızdır. Bir şeye anlam kazandırmak kaçınılmaz olarak o şeyi evcilleştirmek onu antropomorfik[41] bakışın sınırları içine taşımakla mümkündür. İnsan, bunu yaparken de birey ve teknoloji, gerçek ve sanal, özgün ve kopya, ben ve öteki, metropol ve doğa, kişi ve toplum kavramları üzerinden kendine bir yol tutmakta ve farklı temaları kurgulayarak kendi yaşam alanını oluşturmaktadır.

Nihayetinde sinema sadece bir temsiliyet olgusudur. Önemli bir tür olan bilimkurgu sinemasındaki temsiller, farklılık ve değişimleri daha iyi yansıtmaktadır. Özellikle kadının, fiziksel, ruhsal ve duygusal bütünlüğünün parçalanarak değersiz bir metaya indirgenmesi suretiyle nesneleştirilmesi ve ötekileştirilmesi bu nedenle hemen dikkat çekmektedir.

Ayrıca bilimkurgu sineması olası simülasyonları duygu ve düşünceleri görselleştirerek aktarmaktadır. O halde bilimkurgu dünyasının gerçekte yaşanacak ve insanların göreceği dünyalar olma ihtimali nedir? sorusuna cevap olarak bilimkurgunun içerdiği ikonografinin gün be gün yaşama dâhil olması gösterilmektedir. Türün ürettiği öngörüler, rasyonel dayanakları olduğunu kanıtlamaktadır. Son tahlilde bilimkurgu sinemasının bize, bizim geleceğimize değilse bile, torunlarımızın geleceğine dair imajlar yansıttığı söylenebilmektedir.[42] Toplumsal ve bilimsel hayatın getirdiklerine göre geliştiğinden kapsadığı alanın motomot sınırlarının çizilmesi elbette ki zordur. Yarına bakarak bugünün sorunlarına ışık tutmaya yardımcı olması gelecekte yaşanabileceklere karşı bir uyarı vasfı taşıdığından, bir nevi köprü görevi üstlendiğinden, o dünyalar ihtimaller dâhilindedir denilmektedir. Yine de bilimkurgu olası binlerce gelecek sunduğundan; bunlardan hangisinin gerçek geleceği temsil edeceğini ya da birinin bile geleceği temsil edip etmeyeceğini söylemek tabi ki kesinlik arz etmemektedir.

Bilimkurgu edebiyatı analitiktir ve fikirlerle uğraşmaktadır; filmler ise ticari olmaları ve içinde var oldukları dönemin kuralları dolayısıyla fikirlerle derinlemesine ilgilenmemektedir. Filmler her ne kadar bilim ve teknolojinin geleceğine değiniyor görünse de pek çok özel efektin kullanıldığı montaj hileleriyle örülü salt seyirci beğenisi ve hasılat gelirleri doğrultusunda yapılan işlere dönebilmektedir. Şöyle ki görsel ve işitsel efektlerin kullanımı neredeyse bilimsel gerçekliğin önemini geri plana itecek boyuta gelmiştir. Bilimsel bilgiden başka şeyleri veya ondan daha fazlasını iletmek amacıyla sık sık kulağa bilimsel gelen bir dil kullanması da bilimsel gerçekliği yakalamasını sağlamamaktadır. Bilimkurgu kabaca iki insanı farklı bir gezegene konumlandırıp altlarına da uzay aracı koymak değildir. Burada aslolan yapay zekâ, kopyalama ve paralel evrenler gibi insanlık kavramına yeni algılar yeni boyutlar kazandıran duygu ve düşüncelerin ele alındığı filmlerdir. Bu sebeple atom bombasıyla tanışan insanlık, filmlerdeki bilimin ütopik yönünü sorgular olmuştur. Bilimkurgu, psikoloji, teknoloji, sosyoloji ve ekoloji alanlarında gelecekte nelerin olacağının sıradan insana, sokaktaki adama, şu berbat geleceğe bakarak şimdi sahip olduklarınızın değerini bilin ya da şu muhteşem geleceğe bakarak sahip olamadıklarınıza eseflenin der gibidir aynı zamanda.

Arrival: Filme Giriş

Arrival (Geliş, 2016) AfişFilm, Dilbilimci Dr. Louise’in dramatik hikâyesi ile başlamaktadır. Filmin hemen girişinde Dr. Louise’in kızıyla yaşadıkları kızının bebekliğinden, hastane yatağındaki hastalık dönemine dek verilmektedir. Görüntüler peş peşe akarken havaya duygusal ve kırılgan bir atmosferin hâkim olduğu görülür ki, bu hislere fondaki müzik de gerilim serpiştirir adeta.

Dr. Louise, öğrencilerinin derse gelmemelerine, gelenlerin de tavırlarındaki tuhaflıklara, bazı garip cisimlerin varlığının sebep olduğunu anlar. Ders esnasında açtığı haber kanalının olayı aktarımı, bu araçlara dair bilgilerin ne kadar yetersiz olduğunu aşikâr eder gibidir. İlerleyen zamanlarda dünyanın 12 farklı yerinde, en az 450 metre uzunluğunda 12 tanımlanamayan cisim bulunduğu anlaşılır. İlk etapta devletler birbirlerinden şüphelenmekle beraber çok geçmeden bu cisimlerin dünya dışı yaşamdan geldikleri kesinleşir.

15 Eunomia adlı bir göktaşının şeklinden esinlenerek tasarlanan; havada asılı vaziyette duran, siyah, ovalimsi uzay araçlarının gelişlerinden 48 saat sonra Albay GT Weber, tercüme denilince herkesin listesinin başında olan Dilbilimci Dr. Louise’e, uzaylıların dilini tercüme etmesi için gelir. Hiç bilmediği bir dili bir ses dosyasından tercüme etmenin imkânsız olduğunu söyleyen Dr. Louise, kendini birden olayların tam ortasında bulur. Uzaylılarla iletişim kurmaya çalışan ABD Ordusunun karargâhına getirilir ve 18 saatte bir giriş sağlanan uzay gemisine adım atar. Bu arada uzay araçlarının konuşlandığı diğer ülkeler de kendi yöntemleriyle iletişim dolayısıyla çözüm bulmaya çalışmaktadırlar.

Yer çekiminin alışılmışın dışında olduğu, ayrıca da koruyucu giysilerle (Hazmat kostümü) içeriye girildiği uzay aracı, uzun bir koridor ve sonunda cam bir bölmeyle ayrılmış sade bir yerdir. Birkaç girişten sonra yazışarak iletişim kurulabileceği anlaşılır; zira uzaylıların geliş amaçlarını anlayabilmek için iletişim kurmak zorunludur, bu da ancak ya onların dilini öğrenmekle ya da onlara kendi dillerini öğretmekle mümkün olacaktır.

Dr. Louise’in Hazmat kostümü giydiği plan.

Dr. Louise’in Hazmat kostümü giydiği plan.

Yunanca’da ‘‘hepta’’ yedi, ‘‘pod’’ ayak demek olduğundan ‘‘yedi ayaklı’’ manasına gelen ‘‘Heptapod’’ ismi verilir tür olarak uzaylılara. 1940’lardaki iki ünlü komedyenin adları olan Abbott ve Costello’da özel isimleri farz edilir. Heptapodlar sisin içerisinde yaşamakta ve mürekkep benzeri bir sıvı püskürterek yazı yazabilmektedirler. Bu dil anlam taşıyan ama harflerden azade olan bir yazım şekli olup Semasiografik[43] bir yazı dilline sahiptir. Dilbilimcilerin doğrusal olmayan yazım diye adlandırdıkları bir stildir ki bu da akıllara düşünceleri de böyle mi? Sorusunu getirmektedir. Dr. Louise yazıyla temasını arttırdıkça, filmin başında görülen kızıyla olan görüntüler de artmaya başlar. Burada Sapir-Whorf Hipotezi devreye girer. Hipotezden yola çıkılan dil olgusu öyle bir noktaya gelir ki, uzaylıların dilini öğrenen kişinin zaman algısının bile değiştiği anlaşılır. Heptapodların daireyi andıran cümleleri gibi zaman da Dr. Louise için  -bu dili öğrenen ilk kişi olduğundan- tek yönlü akıştan çıkmaya başlar.

Geleceğe dair gördükleri ve şimdide gelişen olaylar Dr. Louise’i tek başına uzay aracına girmek durumunda bırakır. Hava benzeri bir sisin içerisinde yaşayan Heptapodların atmosferiyle etkileşim içerisine girmesi; onların dillerini öğrenme sürecini hızlandırırken, gelecekte yaşanacakların bilgisine de vakıf olmasını sağlar. Böylece de giriş sahnesinden itibaren verilen dramatik sahnelerin geçmişle bir bağlantısının olmadığı kesinleşir. Hepsini gelecekte yaşayacağı ve bir anlamda kaderini ya da o andan sonraki tüm yaşamını seyrettiği fark edilir. Dr. Louise ile Heptapod’un yaptığı konuşmadan Heptapodların, insanlığa yardım etmek istedikleri zira üç bin yıl içinde insanlığın yardımına ihtiyaçları olacağı anlaşılır. Silah olarak adlandırdıkları şeyin, dilleri olduğu ve zamanın kapılarını açtığı; Dr. Louise’in de bu silahı kullanmasını istedikleri anlaşılır. Uzay aracından inen Dr. Louise’e karargâhı terk etme emri alındığı bilgisi verilir.  Bu esnada yaşanan olaylarda, Çin’in saldırıya geçmek üzereyken Louise’in geleceği görmesine tanıklık edilir. Çin Halk Kurtuluş Ordusu Orgenerali Shang’den gelecekte aldığı bilgilerle şimdiye müdahale eden Dr. Louise, Çin’in saldırıya geçmesini önler. Böylece bir savaşma durumu söz konusu olmadan Heptapodlar geldikleri gibi giderler. Çünkü insanlara kendilerini anlayacak ve aralarında birlik olmalarını sağlayacak bilgiyi vermeyi yeterli görmüşlerdir.

Dr. Louise’in tek başına girdiği uzay aracından ayrıldığı plan

Dr. Louise’in tek başına girdiği uzay aracından ayrıldığı plan

Bu sırada Dr. Louise, gelecekte eşi olacağını bildiği fizik profesörü Ian’a, “hayatında olacakları bilseydin yaşanacakları değiştirir miydin?” diye sorarak bir mistifikasyon[44] yapar, kendi geleceğinin şekilleneceği insana. Fizik profesörü Ian, belki hissettiklerimi daha sık dillendirirdim, bilemiyorum yanıtını verir. Kafası karışık olan Dr. Louise, Profesör Ian’ın, kendimi bildim bileli başım yıldızlara dönüktür; ancak beni en çok şaşırtan şey onlarla değil de seninle karşılaşmaktı sözleriyle kaderine açılan yoldan yürüme kararı alır. Bu özgür bir seçimdir, tamam, fakat söylemedikleriyle ne kadar ahlaki davranmıştır Profesör Ian’a?

Dilbilimsel serüven

‘‘Dil uygarlığın temelidir. İnsanları bir arada tutan bir nevî tutkal ve bir çatışma esnasında ilk çekilen silahtır.’’ Filmden alıntı

Dil ve iletişim olgusu tarihin her döneminde önemli olmuş, insanlar kendinden başlayarak çevreleri ve evrenle dilin iletişim kanalını kullanmak suretiyle etkileşim kurmuşlardır. Bu durum da bireyin aile, kültür ve toplum bağlamında davranışlarına etki etmek suretiyle kendini göstermiştir. Etkileşimin, insanların birbirleriyle ilişkili olarak sergiledikleri toplumsal davranışlarını dahi tanımlıyor hale gelmesi önemli bir gerçeklik arz etmektedir. Bununla kastedilen şey, insanların “birbirlerine yönelik” bir şeyler “yapıyor” olmalarının insanların gerçekliğin inşasının temelini oluşturduğudur; öyle ki insanlar, bizzat kendileri dünyayı çok yönlü iletişim süreçleri içinde “yaratmaktadırlar”.[45]

Bu süreçler de yine dille ifade bulduğundan anlama dair bilişsel sürecin anlaşılması zorunluluk arz etmektedir. Bu noktada Saussure, anlamlama ve değerin kurduğu ikili olguyu açıklayabilmek adına bir kâğıt benzetmesinden yararlanmaktadır. Kâğıt kesildiğinde, bir yandan, her biri öbürlerine göre bir değer taşıyan çeşitli parçalar (A, B, C,) elde edilmekte; diğer yandan da bu parçalardan her birinin aynı anda kesilmiş bir ön, bir de arka yüzü söz konusu olmaktadır ki (A-A’, B-B’, C-C’) işte bu da anlamlamadır. Bu çok yerinde bir benzetmedir. Zira anlam üretimi, yalnızca bir gösteren ile bir gösterilenin bağlılaşımından öte bir şeydir. Her şeyden önce biçimlenmemiş iki yığını, Saussure’ün dediği gibi ‘‘sınırları oynak iki ülke’’yi aynı anda bölümleme eylemi olarak özgün bir biçimde kavramayı sağlamaktadır. Gerçekten de Saussure, kavramların ve seslerin, anlamın (salt kuramsal) kökeninde oynak, değişken, kesintisiz ve koşut iki töz yığını oluşturduğunu varsaymaktadır. Anlamsa bu iki yığın, aynı anda ve bir çırpıda parçalara ayrıldığında ortaya çıkarmaktadır.[46]

Dr. Louise’in Heptapod dilini çözmeye çalıştığı plan

Dr. Louise’in Heptapod dilini çözmeye çalıştığı plan

İnsanların çok farklı bir dili ve bilişsel süreci olduğundan ‘anlam’ın tam olarak oturması gerekmektedir. Anlam sürecinin dilin yapı taşlarından biri olması, onun iyi anlaşılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu sebeple filmde de cevapları anlayabilmek için yeterince kelime dağarcığının oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu kapsamda adlandırma yapılmaya ‘‘human/insan’’ kelimesiyle başlanılmıştır. Basitçe adlandırma’nın, gözlemlenecek olgunun oluşturulması için kâfi bir ölçüt olması, oldukça önemsiz, çözümlemecinin tamamıyla öznel keyfine bırakılmış, kısacası pek az “bilimsel” olan bir işlem olarak görülebilmektedir. Bu muamele, bir bakıma, her dizi için, “Ben sizi adlandırdığım için siz varsınız; sizi böyle adlandırıyorum çünkü keyfim öyle istiyor” demek değil midir? Bunu şu şekilde yanıtlamak gerekir. Anlatının bilimi (eğer böyle bir bilim varsa) kesin ya da deneysel bilimlerin ölçütlerine boyun eğemez. Anlatı bir dil etkinliğidir (anlamlama ya da simgeleştirme etkinliği) ve dille ilişkili olarak, dile göre çözümlenmelidir. Bu bakımdan, çözümlemeci için adlandırmak, tıpkı geometrici için ölçmek, kimyacı için tartmak, biyolog için mikroskopla bakmak gibi akla yatkın ve nesnesiyle türdeş bir işlem olmaktadır.[47]

Dr. Louise’in yazıyla iletişim kurma fikrini ilk uyguladığı plan

Dr. Louise’in yazıyla iletişim kurma fikrini ilk uyguladığı plan

Bu bağlamda dilbilimsel argümanların ne denli karmaşık bir bütünlük izlediği gözler önüne serilmektedir. Dr. Louise, işiyle ilgili nasıl bir yol izlediğine dair açıklama yaparken de neden adlandırmadan başladığını izah etmek durumunda kalmaktadır. Sonraki adımsa Sapir – Whorf hipotezine göre açıklanmaktadır. Bu hipoteze göre dil, evreni insanlara kendi penceresinden resmetmektedir. Dilin sunduğu bu tasavvurlar dünyası incelendikçe ancak özgün, ortak bir akıl temelinde örgütlenmiş toplumların gerçeklik algıları açıklanabilmektedir. Yani insan düşüncelerinin dil ile ilişkili olduğunu bu sebeple farklı dilleri kullanan toplumların farklı düşünce yapılarına sahip olduklarını öne sürmektedir. Bir anlamda ‘‘dilsel görelilik akımı’’ bağlamında ele alınan hipotezde, hakikatin tek ve evrensel olduğu görüşü tartışmalı bir konu haline gelmektedir. Ayrıca dilin düşünme alışkanlıkları üzerindeki etkisinin saptanması, epistemolojinin bir tür dil felsefesi olarak ele alınabileceği görüşünü kuvvetlendirmektedir. [48]

Dr. Louise’in Heptapodlarla yazı aracılığıyla konuştuğu plan

Dr. Louise’in Heptapodlarla yazı aracılığıyla konuştuğu plan

Dilin düşünme alışkanlığı üzerinde ki etkisi yazıyla da bağlantılandırılmaktadır. Sözgelimi bir kapıya vurmak, biriyle konuşmaya başlamak, bir randevu vermek, vb. bu ikinci dereceden eylemleri bir çeşit anlamsız dipdüzey olarak mı ele almalı ve söylemin, bunları, doğal olarak, iki temel olayı birbirine bağlamak için dille getirdiğini ileri sürüp çözümleme dışı mı tutmalıyız? Hayır, zira böyle yapmak, anlatının sonuçtaki yapısı hakkında önceden karar vermek ve bu yapıyı birleştirici, kademeli bir yöne sürmek olacaktır. Aksine bir anlatıdaki tüm eylemlerin, ne kadar önemsiz görünürlerse görünsünler, çözümlenmeleri gerekmekte ve betimlenmesi uygun bir düzen içine katılmaları gerektiği görülmektedir. Sözlü anlatının tersine, metinde/yazıda, hiçbir söz özelliği anlamsız, değildir.[49] Bu sebeple hologram yazıdan ayrılmaktadır. Çünkü konuşmanın aksine hologram zamansızdır. Tıpkı gemileri ve cisimleri gibi yazılı dillerinin de ne biçimi ne de açıklaması vardır. Filmde Heptapodların dili hologram özelliği taşıdığından dairesel bu ifadeler kelime değil cümle özelliği taşımaktadır.

Adını dilbilimci olan Benjamin Lee Whorf ve Edward Sapir’den alan Sapir-Whorf hipotezinin zaman algısına ve insanların zamanı nasıl tanımladıklarına dair de farklı bir bakış açısı vardır. Türkçede geçmişte yapılan bir eylemi anlatırken fiili şahitlik durumuna göre (hikâye ya da rivayet) çekim yapılırken, Rusçada ise fiili cinsiyetine ve yapılan işin bitip bitmeme durumuna göre fiil çekimi yapılmaktadır. Endonezya dilindeyse geçmiş zamanı anlatmak için herhangi bir fiil çekimine ihtiyaç duyulmamaktadır. Bu örnekler o ülkelerin kültürlerini dair de çok şey söylemektedir. Ayrıca zaman algıları sadece fiil çekimleriyle değil, geçmiş ve geleceği nerede gördükleriyle de ilişkilendirilmektedir. Yapılan bir çalışma alfabelerinin dizimi soldan sağa, sağdan sola ya da yukarıdan aşağıya doğru olan üç farklı topluluğa çiçeğin büyüme evrelerini dizmeleri istendiğinde; topluluklar sıralamaları alfabe dizilerine göre yapmışlardır. Örneğin Arapça harf kullananlar için gelecek sol tarafta olduğundan sağdan sola doğru sıralama yapmaktadırlar.[50]

Zamansal serüven

Zaman, yaşamın duygusu, anlamı ve yönüdür. Fransız Şair Claudel

Popüler kültürün fantezisinde ilerleme korkusu ile ilerleme hazzı arasındaki dengeyi kurmanın bir başka yolu da ilerlemeyi doğrusal bir gelişme olmaktan çıkartıp, zamanı dairesel bir harekete dönüştürmektir. Zaman içinde olup bitmeyen şey, zamanın geçişinin kendisidir. Zaman kendisini yeniden başlatır; dün, bugün ve yarın bu döngüsel ritim, bu sabit biçim onu tek hamlede ve bütün olarak elde tutulduğu izlenimini yaratabilmektedir”.[51]

Filmde Heptapodların lisanı sahiden öğrenildiğinde, onlar gibi zaman algılanmakta ve gelecekte olacaklar bir biçimde görülmeye başlamaktadır. Zaman doğrusal olmaktan da çıkmaktadır. Zaman ancak tamamen açılıp yayılmamışsa zamandır, geçmiş, şimdi ve aynı yönde değilse zamandır. Zaman var ettiği şeyi, tam da varlıktan kovduğu anda yerinde tutar çünkü yeni varlık bir önceki tarafından olması gereken olarak ilan edilmiştir ve onun için şimdi mevcut olmakla geçmeye yazgılı olmak aynı şeydir.[52]

Heptapodların yayla konuştukları plan

Heptapodların yayla konuştukları plan

Bu sebeple bilimkurguda zaman, gerçek yaşamdaki gibi geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek şeklinde olabileceği gibi tek boyutlu, ampirik boyutta olmak yerine, tüm potansiyel seçenekleri değerlendiren çok boyutlu zamanlar düzlemine de olabilmektedir. Keza bilimkurgu, henüz gerçekleştirilmemiş, erişilmemiş zaman boyutlarını bilişsel bir tavırla ele alıp değerlendirebilir. Nihayet bu zamanlara nasıl varılabileceğini incelemeye, tartışmaya açarak mevcut ampirik algılamaların bunlara erişimdeki muhtemel sınırlandırıcı ve çarpıtıcı etkilerini de sorgulayabilir.[53]

Fakat insan alışıldığı üzere düzeni gereği zamana çok bağlıdır. Bundan olsa gerek film, Lousie’nin Heptapodlar’ın dilini öğrenip o dilde düşünmeye başlamasından sonra zaman ötesi bir görüye ve düşünce yapısına sahip olmasını sağlamakta ve zaman algısını değiştirmektedir. Darko Suvin, bilimkurgu türü amprik zamanın ve uzamın, yaşadığımız dünyanın daha doğru, aslına uygun bir temsilini sunma potansiyeline sahiptir demektedir. Ünsal Oskay’a göre, gerçek bilimkurgu anlatıları, mevcut gerçekliğin tanrısal ve değiştirilemez olmadığını göstermekte ve tüm zorluklara rağmen hayatın insan eliyle değiştirilip daha insani değerler üzerinde yeniden kurulabileceğini fark ettirdiğini söylemektedir[54] ki özellikle zaman üzerinde en fazla oynanan unsur olmaktadır.

 Dr. Louise’ın lineer zaman algısı non-lineer bir boyut kazanarak şimdi ile gelecek arasında gelgitler yaşanmasına imkân tanımaktadır. Bu bağlamda döngüsel zaman günümüzde teknik gelişimin yayılım kazanan hızı, bunun yeni alanlara doğru ilerleyişiyle, onu daha “kozmik” bir yaklaşımla başlangıca döndürme çabası, kriz duygusu ve düşüncesinin bir sonucu olarak değerlendirilmektedir.  Heidegger’e göre de zamansallaştırma, ekstazların ardışık olarak birbirini izlemesi değildir. Zamansallık, şimdiye-gelerek-geçmişe-giden-gelecek olarak zamansallaşmaktadır.”[55]

İsmail Erk Deliormanlı bu konuya şöyle yaklaşmaktadır. “Biz lineer zamanı algılayabildiğimiz için dairesel zaman bize anlaşılmaz, paradoksal gibi gelir. Örneğin, bir torun, anne ve anneanne düşünelim. Torun zamanda yolculuk yapıp anne doğmadan önceki bir zamana gidiyor ve anneannesini öldürüyor. Bu durumda lineer zaman akışına göre düşünürsek anneanne öldüğü için annenin ve dolayısıyla torunun da doğmaması gerekirdi. Bu nedenle de zamanda yolculuk yapıp anneannesini öldüren dolayısıyla annesinin doğumunu engelleyen torunun yok olması gerekirdi. Ama torun zamanda yolculuk yapıp anneannesini öldürdüğünde ne annesi ne de kendisi doğmamış (yok) olurlar. Bunun nedeni lineer zaman akışının neden-sonuç ilişkisine bağımlıyken dairesel zamanın neden-sonuç ilişkisinden bağımsız olmasıdır.” [56]

Uygarlığın bu halihazırdaki vaziyette “aşılamaz görünen” zamansal sınırları, yeniden başa dönülerek çözülmeye çalışılmaktadır bir anlamda filmde. Merleau Ponty, Cogito’ya belli bir zamansal kalınlık atfeder. Ona göre, zaman, bir yandan olayların birbirini kovaladığı boyut, bir yandan da olayların her birinin vazgeçilemez bir yere sahip olduğu boyuttur. Zamanın her anı, kendi özüne göre öyle bir varoluş ortaya koyar ki, diğer anların buna karşı yapabileceği hiçbir şey yoktur.[57]

Zaman böyle bakıldığında antibilişseldir. Belki de bu sebepten zamansal oynamalar yapılarak geçmişi, şimdiyi ve geleceği tasarlama, şimdiki zamanın korku ve endişelerini geleceğe ya da geçmişe dönerek giderme ihtiyacı hasıl olmaktadır.

            Geçmiş hallerimin oluşturduğu uzun diziyi düşündüğümde, şimdimin daima geçtiğini görürüm, bu geçişi önleyebilirim, yakın geçmişime uzak, fiili olan şimdime de geçmiş muamelesi yapabilirim: O zaman onun önünde bir çukur açılır ve işte bu, gelecektir. Böylece ileriye bakma (prospection) aslında geriye bakma (retrospection), gelecek de geçmişin yansıtılması (projection) olacaktır. Ayrıca, imkânsızı oldurarak, yerinden kaydırılmış şimdilerle geçmişin bilincini inşa edebilsem bile, bunlar kesinlikle bana bir gelecek açamayacaklardır.[58]

Filmin bahsettiği 3000 yıl sonraki gelecekte neler olabileceğini kim kestirebilir ki; böyle olunca da sanki öldürülmesi gereken çok vakit var gibi gelmektedir insana. Öldürmek gereken boş zaman, zamanın geçtiğini görmeyen meşgul kişinin dolu veya iyice dolmuş, zamanına karşıttır; oysaki paradoksal bir biçimde eli kulağında olana dalmış olma ilişkisini kıran güçsüzlük, beklerken olduğu gibi zamanın geçişinin fark edilmesine yol açmaktadır.[59]

Arrival: Filmden yansıyanlar

Uygarlıkların doğuşundan bu yana var olan iki dünya düşüncesine göre; mitik ve bilişsel dünya görüşlerinin varlığı söz konusudur. Mitik dünya görüşü, tarihin tekrarlardan meydana geldiğini kâinatın ve insanın özünde değişmez olduğunu temel alan bir görüş olduğundan; insan ve dünyanın değişmez bilgilerini kutsamaktadır. Bilişsel dünya görüşündeyse değişimin mutlak olduğuna işaret edilmekte; insanın kendini anlayabilmesi için kimiz, neyiz, neden buradayız ve nereye gideceğiz gibi felsefi sorularla ilerlenmesi gerektiğine inanılmaktadır. Bu iki güçlü düşünce tarzı içerisinde siyasallığı barındırmakta ve sonuçta bunu dışa vurmaktadırlar.[60] Bu dışa vurum sürecinde yapılan filmlerin bazılarında dünya dışı varlıkların dünyaya geliş konusu ele alınmakta; bunun üzerinden insanın dünyadaki mevcudiyetine ve geliş istikametine ayna tutulmak istenmektedir. Böylece insana dair söyleyecek birçok şey var olmakta; ama en fazla zihni meşgul eden de ‘geliş’ amacı olmaktadır. Bu amaç kah ütopik kah anti ütopik bir geleceğe kapı aralamakta; toplumu saran endişe ve korkular ile geleceğe duyulan umut ve inançların bir temsili olarak uzaylıların dünyayı istila etmesi, bazen pozitif ütopya bazen de karamsar distopyalar halinde filmlere yansımaktadır. Arrival’da uzaylıların gelişiyle başlamakta ve o andan itibaren yaratılan hava oldukça gerçeğe uygun verilmektedir. Benzer bir olay cereyan ettiği takdirde insanlarda oluşacak duygu durumu ve yaşanabilecek olayların şekli; panik, korku ve kaygı anlamında çok gerçekçi resmedilmektedir. Ön plana çıkarılmamakla birlikte bilhassa korku hissi, filmde yer yer kendini belli etmektedir. Tıpkı diğer duygular gibi korku da bulaşıcıdır. Filmde herkes korkmaktadır ve bu aynı zamanda bir bilinmezlikten kaynaklanan korkudur. Bu nedenle korku veren şeyin gerçekten meydana geleceğine inanmak gerekmemektedir bile. Zira her korku, bir şeyin şimdi vuku buluyor, daha önce vuku bulmuş ve gelecekte vuku bulacak olması korkusunu[61] değiştirmemektedir.

Dr. Louise, olayların olduğu gece evde televizyonu açık yatmaktadır. Bu arada haberlerde Allahu ekber diye tekbir sesleri gelmektedir. Burada sadece Müslümanların ibadet ve yakarışlarının veriliyor oluşu önemli bir detay olarak çıkmaktadır filmde seyircinin karşısına. Birkaç farklı dinin inananlarının bu şekilde görüntüleri ve ibadetleri verilmiş olsa, zor zamanlarda insanların manevi bir dayanak aradıkları düşüncesi oluşabilecekken sadece Müslümanların bu noktada kullanılmış olması dikkat çekmektedir. ‘‘İslam’ın / Müslümanların Batı’nın dışsallaştırma hedefi olarak kullanılması, Batı’nın köklü kültürel korkularına dair çok şey söylemektedir’’.[62]

Her ne kadar işini yapıyor olsa da herkes gibi Dr. Louise de korkmaktadır, seyirci bunu ellerinin titremesinden, uzay aracındaki nefes alışından ve yüz ifadelerinden okuyabilmektedir. Fakat Dr. Louise, yazı aracılığıyla uzaylılarla anlaşabileceğini keşfettiğinde bu korkusu son bulmaktadır. Anlaşabileceği, uzlaşabileceği ve tanıdığı şey, artık insana korku vermemektedir. İnsanın neyden ne kadar korktuğu dünya anlayışına, bu dünyada hangi tehlikeli güçlerin olduğuna ve bu kuvvetlere karşı kendini korumak için ne gibi imkânlara sahip olduğuna bağlıdır.[63]

Bastırılmış korkunun alabildiğine histerik bir yansıması, bilim insanına kaba davranma davranışı olarak Albay GC Weber’de de belirgin bir şekilde görülmektedir. Duyguların, duygu ifadelerinden ayrılamayacağını ve duygu ifadelerinin de kültürden kültüre bir hayli farklılık gösterdiğini düşünürsek bundan duyguların kültürle ilişkisi olduğu da çıkarsanabilmektedir.[64]

Film bu gibi beklenmedik durumlarda internetten online yayın yapan program veya insanların sayısının ne kadar fazla olduğunu göstermesi açısından oldukça dikkat çekmektedir. Uzmanların bile doğru tahminde bulunma olasılıklarının düşük olduğu böylesi bilinmezlik ve panik durumlarında, bir de hiçbir bilgisi olmayan insanların topluma olumsuz söylem yaymaları halinde, ne denli tehlike yaratabileceğinin tahayyül edilmesi adına ehemmiyet taşımaktadır. Kehanetlerin güncellenmesi, yanlış inanışların rağbet görmesi, insanların korkularından çıkar elde etmek isteyenlerin bunu fırsat bilmesi gibi durumların nasıl artacağı da gözler önüne serilmektedir. Öyle ki Heptapodlara ait bir resmin internette yayılması ciddi bir infiale sebebiyet vermiştir.

Korku sarmalına yakalan bireylerin bundan nasıl etkilendiklerini televizyon, sosyal medya ve iktidar boyutuyla gözler önüne seren filmde, Captain Marks için söylenen ‘‘televizyonu fazla izlemişler” sözcüğü tek başına geçiştirilebilecek bir ifade değildir. Zira hem geleneksel medyanın hem de sosyal medyanın insanlar üzerinde son derece büyük etkileri vardır. Bilhassa korkunun arttığı vakalarda insanların eğitimleri ne olursa olsun, ciddi manada yapılan programlardan etkilendikleri bilinmektedir. Captain Marks ve koruma birlikleri korku itkisiyle hareket etmişlerdir, doğru, fakat yapılan yayınların onları tetiklediği de gözden kaçırılmaması gereken bir sorundur. Bu durum savaş eğitimi alan ve askeri hiyerarşinin ne demek olduğunu çok iyi bilen insanlar bile izlediklerinin etkisinde kalıp bu denli dönülmez hareket edebiliyorlarsa sıradan halkın, sokaktaki insanların kontrollerini kaybetmeleri halinde neler olabileceğinin iyi bir göstergesi gibi durmaktadır filmde. Toplumun kendini imha etmeye ne kadar yatkın olduğu da böylece gün yüzüne çıkmakta; bu hal Marx’ın “bilmiyorlar, ama yapıyorlar” sözünü bir nevi haklı çıkarmaktadır.

Böylesine hayati durumlarda sadece yetkililerin bilgilerine itibar edilmesi gerektiği, haber yapanların belli etik değerlerle hareket etmelerinin ne kadar önemli olduğu, her kaynağın bilgisine güvenilmemesi gibi itkiler büyük kıymet teşkil etmektedir. Üstelik Covid 19 virüsünü yaşayan ve yaşamaya devam eden bir dünya olarak da böylesi hayati konulara, alelade yaklaşılamayacağını bizatihi deneyimleyerek görmekteyiz.

Heptapodların uzay aracının yer aldığı plan

Heptapodların uzay aracının yer aldığı plan

Filmin en dikkat çeken kısımlarından biri de uzay aracıdır. Tasarımı 15 Eunomia adlı bir göktaşından esinlenerek yapılmıştır. Yunan mitolojisinde Zeus ve Themis’in üç kızından biri olan Eunomia, düzeni temsil etmektedir. Eunomia’nın annesinin adı, koymak, yerleştirmek, oturtmak, sağlamlaştırmak, saptamak anlamına gelen bir kökten (tithemi) türemiş olan ‘themis’; yani adil ve adalet gibi anlamları taşımaktadır. Adaleti simgeleyen Themis’e kılıç ve terazi, Rönesans Dönemi’ndeki ressamlarca yakıştırılmıştır. Themis’in çocukları olan Horalardan, birincisi Eunomia -ki filmde uzay aracının esinlendiği göktaşının adıdır- iyi yasalarla kurulmuş bir toplum düzenini simgelemektedir. Eirene, insanlara bereket ve mutluluk sağlayan barış, Dike ise hak ve adalet anlamına gelmekte olup; bu tanrıçalar doğa ve insansal toplulukların can damarı olan denge ve sürekliliğin başlıca belirleyicileridirler.[65]

Arrival filminde bir kelimenin nasıl görüldüğü, hangi anlamları çağrıştırdığı ve nasıl anlaşıldığını göstermesi bakımından dilin ne kadar önemli olduğu üzerinde durulmakta, aynı şekilde dilin hem silah hem de bir armağan olabileceği gözler önüne serilmektedir. Buna mukabil filmde uzaylılarla iletişim kurulması için çalışan bir üst düzey görevlinin, Albat GT. Weber’in, dilinin bu kadar iletişimden yoksun olması ciddi bir problem teşkil etmektedir. Genel anlamda bilimkurgu filmlerinde rastlanan ve yönetim, iktidar veya egemen ne şekilde adlandırılırsa adlandırılsın görevleri icabı üst olanların, dili kullanma üslupları rahatsızlık verici bir ifade taşımaktadır ki, bu durum Arrival’da da yaşanmaktadır. Bir bilim insanının yanına gelinmekte, üstelik ricacı olunmaktaysa ve hakikaten ciddi bir sorunla karşı karşıya kalınmışsa üst perdeden konuşma retoriğinin -bu hemen hemen birçok filmde artık klişe olmuştur- sürdürülmesi akla mantığa sığmamaktadır. Albay GC Weber’in üslupsuzluğu üslup haline getirdiği bu konuşma tarzını ve beden dilini, neredeyse filmin başından sonuna dek sürdürmektedir. Ayrıca uzaylılarla ilk kez karşılaşacak Dr. Louise’i, karga tulumba sürükleyerek uzay aracına taşıması aynı şekilde çok kaba ve yersiz bir davranış gibi durmaktadır. Üstelik burada direkt beden dili kullanılarak, ortama alışmasına bile fırsat verilmeden bir insana -iletişim için oradadır- kaba davranıp sonrasında da bir iş üretmesini istemek, elbette aynı saygısız dilin fiziki boyutu olarak görülmektedir.

 Değersizliğe duçar edip değer üretmesini bekleme handikabı kültür endüstrisinin görünen yüzü olan sinemada, sıkça kullanılmakta ve bir anlamda seyircinin bunu tabi karşılaması beklenmektedir adeta. Sapir-Whorf Hipotezi ve Sıfır Toplamsız Oyun Teorisi gibi ufuk açıcı konuların işlendiği bir film olması bakımından Albay GC Weber’in üslubu daha bir dikkat çekmektedir. Hele hele dili bir silah olarak gören ve bunu filmin ana damarı olarak işleyen filmin, bu noktada daha hassas olmasını beklemek çok olmasa gerektir. Belki de bu sebepten bir bilim insanı olan Dr. Louise de ekiple birlikte hareket etme uyumu gözetmemektedir.

Dr. Louise, film boyunca yapacağı işlerde ya da aldığı kararlarda bir istişare etme gereği duymamakta, kimi yerde kuralları ihlal ederek kendi bildiğini okumaktadır. Koruyucu giysisini (Hazmat kostümü) çıkarıp uzaylılarla beden dili anlamında sıcak bir ilişki ve etkileşim kurarken beraber aynı yolu yürüdüğü insanları bir anlamda belki de insanlığı tehlikeye atmış olabileceğini düşünmemektedir. Kendi aralarında uyumlu bir dil kuramayan konuşup anlaşamayan bir ekibin varlığı; dünya genelinde “bütün uluslarla iletişime geçilememesi” ve iş birliği sağlanamamasını da bir anlamda haklı çıkarmaktadır. İnsan dilini hiç bilmediği dünya dışı varlıklarla iletişim kurabilirken aynı dili konuştuğu insanlarla anlaşamamasının nedeni ne olabilir? Arada ki o ince nüansı fark ettirecek olan nedir insana?

Dr. Louise’in Heptapodlar ile beden dili aracılığıyla iletişim kurduğu plan

Dr. Louise’in Heptapodlar ile beden dili aracılığıyla iletişim kurduğu plan

Albay GT Weber, Aborjinleri daha “gelişmiş bir ırkın” neredeyse yok ettiğinden bahseder filmde. Zira o anda, kendisine üstlerine savunma yapabileceği güçlü argümanlar vermesi adına, Dr. Louise’in hızlı ilerlemesini sağlamaya çalışmaktadır. Oysaki Avrupalı sömürge güçleri, Avustralya yerlilerini, farklı zamanlarda soykırım uygulamalarına tabi tutmuşlardır ki, bu onların gelişmiş bir ırk oldukları anlamına gelmemektedir. Pek çok büyük ve birbirlerinden farklı Aborjin gruplarının kendi kültürleri, inanç yapıları ve dilleri; ayrıca toprağa saygı, Düşzamanı inancı üzerine kurulu şifahi gelenekleri ve manevi erdemleri bulunmaktadır.[66] Fakat bu da Aborjinleri geri bir ırk yapmamaktadır. ABD’nin terörizme karşı yürüttüğü savaşta paradoksal bir yan vardır. Bir yandan ABD kendini barışın ve liberal değerlerin bekasının teminatı olarak görürken diğer yandan ülkenin kendi eylemleri, onları korumak için girişilen mücadelede bu değerlerden muaf tutulmaktadır.[67] Benzer durum maalesef farklı devletler ve egemen güçler için de geçerliliğini koruyabilmektedir.

Dünyada süper devletlerin birer propaganda silahı olarak da kullanabildiği bilimkurgu sineması, kendi toplumlarına gelecekle ilgili hedefler koymak; onları hem motive etmek hem de ne kadar ileride ve güçlü olduklarının mesajını vermek adına önemli bir işlev görmektedir. Hakeza devletler, algı operasyonlarının bir kısmını da kendi halklarına ve dünya uluslarına bilimkurgu ve diğer filmlerle mesaj vermek suretiyle gerçekleştirmektedirler. Kısacası, bilim iktidarın meşrulaştırıcı ideolojisi haline geldiği gibi teknoloji de toplumsal denetimle gözetim pratiklerinin meşrulaştırıcı ideolojisi ve mekanizması haline gelebilmektedir.

Sert güç unsurlarını ölçmek füze, tank, asker sayısına bağlı olarak kolay ölçülebilir bir işlem olup, yumuşak güç unsurlarının ölçülmesiyse çetrefillik arz etmektedir. Nye, yumuşak güç unsurlarını üç ana başlıkta kültürel, ideolojik ve kurumsal olarak incelemektedir. Bu kapsamda geleneksel medyayı kullanan devletler dijital çağda sosyal medya üzerinden de insanlara ulaşma imkanından yararlanmayı ihmal etmemektedirler. Sosyal medyayı herkesin sıklıkla ve mobil cihazlar vasıtasıyla anlık olarak kullanılabilmesi, bireylere ulaşmayı arzulayan devletler için oldukça alımlı bir yerde durmaktadır.  Maliyetinin az olması ve iletişim mecrasına uygulanan politikaların yoğun etki sağlaması, bahusus yumuşak güç bağlamında devletlere cazip imkanlar sağlamaktadır. Devletlerin sosyal medyayı sert ve yumuşak güç vasıtası olarak kullanmasını hissedilir bir noktaya ulaştırmaktadır.[68] Joseph Nye diplomasi konusunda: Eğer yumuşak güç “bir ülkenin bahusus dış politikada ve diplomaside isteklerini karşısındakilere zorbalıkla değil, onların rıza ve isteğiyle yaptırması” ise; yumuşak güce tesir eden, teknoloji & inovasyon & kalkınma belirtileri de Yeni Diplomasi kavramının hareket kapsamına dahil edilebilir demektedir.[69] Bu konuda Eric Fattor da kitabının arka yüzünde, “Biz bir ürün satıyoruz. Bu ürünün adı demokrasi, serbest pazar ve Amerikan değerler sistemi.” diyen, Amerikan eski Dışişleri Bakanı Colin Powell için 2001 yılında bu cümleyi kurarken yumuşak güce atıf yapmaktadır, denmektedir. O halde yumuşak güç kullanımı doğrultusunda devletler, karşısındaki muhataba, kendi rızasıyla kabullenilme, sevilme, duygusal bağ kurma yoluyla yaklaşmaktadırlar. Klişe olmakla birlikte Hollywood filmleri, buna iyi bir örnek teşkil etmektedir. Artık devletler sadece devletleri değil, sıradan vatandaşları da muhatap olarak aldıklarından; sıradan insanlar, devletlerin nesnesi olmaktan çıkıp öznesi haline gelmektedirler.

Heptapodların konuşlandığı ülkelerin haritada gösterildiği plan

Heptapodların konuşlandığı ülkelerin haritada gösterildiği plan

Birden fazla liderin olduğu bir dünyada sadece biriyle bir sonuç çıkarılamayacağı, liderlerin de anlaşma düzleminde ne kadar hayati bir konu olursa olsun bütünün hayrına hareket edebilecek bir karar alamadıkları vurgusu hemen hemen bütün filmlerin çatışma zemini olduğundan, burada da aynı fikrin işlendiği görülmektedir. Bütün birikimine ve gelişimine rağmen insanoğlu istenen noktaya varmaktan çok uzaktır. Günümüzün korkulan hassasiyetleri, alay edilip iğrenç gözüyle bakılan karakter özellikleri, insan gelişiminde zorla sağlanmış ilerlemelerin izleri diye yorumlanmaktadır. Dışkıya ve insan etine karşı duyulan tiksintiden; fanatikliğin, tembelliğin, tinsel ya da maddi fakirliğin aşağılanmasına dek, yerinde ve gerekli davranış biçimlerinin iğrençliklere dönüştüğü bir hat vardır. Bu hem yıkımın hem de uygarlığın hattıdır.[70] Uygarlık hattında ilerlemeye çalışan insanoğlu, iletişim anlamında ne kadar teknolojik araç icat ederse etsin, hala taş devrinde gezinip durmaktadır.

BM’nin diplomatik çabalarının başarısızlığa uğramasının ardından gelişen olaylarda da bu gözlemlenmektedir. “Silah sunuyorlar”, kelimelerine salt düz anlamıyla bakıldığında, ilk anda, tehdit algısını tetikleyen bir taraf ön plana çıktığından bu sonuca ulaşan Çin, bizi bölmek istiyorlar sonucuna varmakta ve iletişim kanallarını kapatmaktadır. Çin’in uzaylılara savaş ilan etmesi, ona uyan devletlerin de aynı tavrı sergilemesine sebep olmakta sonuç itibariyle bütün dünyada da iletişim kanallarının devreden çıkarılması söz konusu olmaktadır. Hatta müttefiklere ulaşmak bile mümkün olamamaktadır. Bu minvalde savaş argümanları da birer birer devreye girmektedir. Buna mukabil ülkelerin gerçek hayatta kendilerini nasıl konumlandırdıkları, harekete geçme motivasyonları, nasıl hareket edeceklerinin varyasyonları da temellendirilmekte ve bir anlamda var olan algıların derinleşmesi sağlanmaktadır.

Bu filmlerin asıl handikaplarına gelinecek olursa, o da savaş silahlarının ve teknolojik materyalin gösterimi olmakta, bu gösterim adeta silahların tanıtımı ve reklamı niteliği taşımaktadır. Savaş görüntülerin görüldüğü sahnelerin alt okumasında, devletlerin silahlanma yarışlarını, yumuşak güç eksenli sinema ekranından birbirlerine pazarladıkları ve yeni stratejilerinin provasını yaptıkları pekâlâ söylenebilmektedir. ABD’nin kendi çıkarları ve dış politikası doğrultusunda dönemsel olarak konuşlandırdığı yörünge düşman profili, Arrival filmde dolaylı olarak Çin üzerinden yapılmakta; Rusya, Pakistan ve Sudan Çin’in safına yerleştirilerek olası düşman algısı yeniden şekillendirilmektedir. Oysa filmde de üzerinde durulduğu gibi bir “savaşta kazanan değil yalnızca dullar” vardır.

Dr. Louise ile kızının olduğu plan

Dr. Louise ile kızının olduğu plan

 Dr. Louise’in kızının “bir anlaşma yaparız da iki tarafta kârlı çıkar ya” dediği Sıfır toplamlı oyun (zero-sum game), oyun ve ekonomi teorilerinde, her katılımcının kazanç veya kaybının diğer katılımcıların kazanç veya kayıpları ile dengelendiği durumun matematiksel temsiline denilmektedir. Katılımcıların, toplam kazançları eklenip kayıpları çıkarıldığında sonuç toplamı sıfır olmaktadır. Sıfır olmayan toplam (non-zero-sum) etkileşimi ise tarafların toplam kazanç ve kayıplarının sıfırdan az veya fazla olabileceği bir durumu tanımlamaktadır.[71] Bir tenis oyunu ele alındığında; mücadelede ya bir taraf yenecek ya da her iki tarafta berabere kalacaktır. En iyi durumda sadece bir tarafın faydasına bir gelişmenin olması halinde sıfır toplamlı bir oyun oynanmış olmaktadır. Ancak sıfır toplamsız oyunda durum farklıdır. Zira halihazırda iki taraf içinde olumlu durumlar oluşması böylece her iki tarafında memnun kalmaları gerekmektedir. Farzı misal, bir satıcı malını satmaya çalışırken bir başkası bunu satın alıp ödeme yaptığında iki tarafta bu alışverişten karlı çıkmaktadır. Satıcı ürününü satarak para kazanmakta alıcıysa ihtiyacı olan bir ürüne sahip olmaktadır.[72] Dr. Louise, şimdinin bilgisiyle, gelecekte kızına cevap vermekte, ‘‘Sıfır toplamsız oyun’’; Çin Halk Kurtuluş Ordusu Orgenerali Shang’den gelecekte aldığı bilgilerle de şimdiye müdahale etmektedir. Bu durumda geçmişin geleceği şekillendirmesi gibi gelecek de şimdiyi dolaylı olarak geçmişi şekillendirmektedir.

Dr. Louise’in Heptapodlarla teması, onların diline ve düşünme pratiklerine hâkim olması O’nun rüyalarını biçimlendirmeye de başlamakta; fizik profesörü Ian’da da rüyalarını onların lisanlarında görüp görmediğine dair bir merak uyandırmaktadır. Dr. Louise’in bu manada bazı düşleri vardır elbet ve rüya benzeri bir gerçeklikle geleceğe dair bilgiler devşirmektedir. Freud, akıl yürütmenin önemli mantıksal bağlantılarının imajlarla nasıl temsil edilebildiği sorusunu ortaya atar. Benzer bir problemin görsel sanatlarda da mevcut olduğunu söyler. Rüya imajları ve sanatta yaratılan imajlarla düşünce aracı olarak hizmet eden zihinsel imajlar arasında gerçekten de paralellikler vardır; ama benzerliğe dikkat ederek, farklılıkların da ayrımına varırız ve bu farklılıklar, düşünce imajlarını daha kesin biçimde nitelemeye yardım eder,[73] demektedir.

Dr. Louise ve Fizik Profesörü Ian’ın birlikte çalıştığı plan

Dr. Louise ve Fizik Profesörü Ian’ın birlikte çalıştığı plan

Son bir bakış

Yönetmenliğini Denis Villeneuve’ün yaptığı Arrival filmi bilimkurgu, gizem ve dram türünde bir yapım olmakla beraber; felsefi bakış açısı ve düşünsel boyutuyla da dikkat çekmektedir. Genel anlamda insanı ele alan ve insanın dili, iletişimi, zamanı algılayış şekli, değerleri ve kaderi gibi hayatının bütününü ilgilendiren konulara hipotez ve teorilerle yaklaşması, kendisinin klasik bilim kurgu filmlerinden ayrı bir yerde tutulmasını sağlamaktadır. Arrival filmi, Ted Chiang’ın “Story of Your Life” isimli öyküsünden, Eric Heisserer tarafından sinemaya uyarlanmış bir bilim kurgu filmi olarak sıra dışı bir yerde durmaktadır. Besteci Jóhann Jóhannsson’un da müziklerini yaptığı film de ses efektleri ve enstrümanların kullanımı gayet başarılı bir seyir arz etmektedir. Özellikle duyguların taşınmasında ve izleyiciye aktarılmasında müziklerin etkisi son derece etkili olmuştur.

Arrival filminin kamera arkası görüntülerinden bir kare

Arrival filminin kamera arkası görüntülerinden bir kare

Masum bir merakla yeryüzünü terk ederek uzayı keşfetmek isteyen insanoğlu; tüketmeye başladığı bu gezegen yok olmadan önce, uzayda yaşamını sürdürebileceği başka bir gezegene ya da galaksiye ulaşabilmeyi hedefler hale gelmiştir. Uzaylıların dünyayı istila etmesi konu başlığıyla sayısız bilimkurgu filmi çekilmiş olmasına rağmen, bir gün hakikaten böyle bir durumla karşılaşılması halinde bütünsel olarak nasıl bir prosedür izleneceğine dair dünya devletlerinin hiçbir çalışması bulunmamaktadır. Film bu anlamda ciddi bir soruna dikkat çekmektedir. Filmde üzerinde durulan ve ortak payda olan dil, iletişim ve iş birliği hususunda hiçbir çabanın olmaması acı bir gerçek olarak devletlerin ve insanların karşısında durmaktadır. Belki de sırf bu sebepten film, doğrudan iletişim engelleri ile ön yargı ve takıntıların aşılması temasına yönelmektedir.

Hollywood sinemasının vazgeçemediği temalar arasında yer alan istila olasılığı, teknolojiden gelen fütüristtik bir gelecek tasvir ederek uzay gezilerini olanaklı hale getirmekteyse de aynı imkân dışsal güçlerin de elinde olacağından korkutucu bir silaha dönüşmektedir. İstilaya açık olma durumu bilinmeyenden korkmayı beraberinde getirmektedir. Kendi ideolojik yaklaşımına biat etmeyeni düşman olarak görme üzerine kurulu bu temalar yeni bir “iç düşman” algısı için biçilmiş bir kaftan olmakta ve özünde insanın olumsuz ereklerinden beslenmektedir. Bu noktada korkunun siyasi bir araç olarak oynadığı rolü fark etmek önemlidir. Korkunun nedenlerine karşı mücadelenin kendisi korku üreten bir şey durumuna gelmiştir. Eğer otoriteler yurttaşlarının karşı karşıya gelebileceği terör ve tehdit tehlikesinin altını devamlı surette çizer ve hatta abartırlarsa bir bakıma devletin de kendi yurttaşlarını terörize ettiğini söylemek mümkün hale gelir. Teröristlerle otoriteler arasında ortak bir yaşam oluşur, zira birbirleriyle dövüşüyor olsalar bile aynı sonucu üretmektedirler: Korku içerisinde yaşayan bir halk.[74] Bu sebeple keşif ve istila anlatıları temelde kapitalist ve emperyalist yaklaşımlarla da ilişkilendirilmektedir.

Filme serpiştirilen Amerikan nağmeleri seyircinin dikkatinden kaçmamaktadır. Herkesin bildiği Amerikan Başkanı’nın devreye girmesi diğer liderlerin atamadıkları adımı atması ya da dünyanın kurtarılmasında sadık ve ülkesine bağlı bir Amerikan vatandaşının hayatı pahasına bir fedakârlık yaparak bir çözüm üretmesi mantığı devam ettirilmektedir. Bir farkla Arrival’de ölüm söz konusu olmamakta, fakat savaşın önüne geçilmesi yine kaderin eline bırakılmaktadır. Son dakikada Dr. Louise’in kendi hayatı pahasına devreye girmesi ve aynı şekilde fizik profesörü Ian Donnelly’nin O’na yardım etmesiyle çözüm sağlanmaktadır.

Teknolojiye ve bilime yaklaşımda bilinmeyeni kabul etmek belli süreçlerle gerçekleşmektedir. Belli bir bilinç seviyesi ve belli kabuller üzerine kurulu bu yapı, ‘‘Zeki Müren de bizi görecek mi?’’ repliğinde olduğu gibi dayanağını yaşamdan almış bir gerçeklik içermektedir. Televizyonla ilk kez karşılaşan Anadolu’daki insanların duygularını dile getirmektedir bir anlamda. Teknolojiye ve bilimsel gelişmelere uzak bu kırsal kesimdeki yaşlı insanlara ekrandan kimsenin onları görmediğini anlatmak kolay olmamaktadır. Yaşamlarında bunu destekleyecek bir bilgi bulunmadığından, kadınlar, yazmaları ve eşarplarıyla saçlarını örterek gayet dikkatli ve saygılı bir şekilde televizyon izlemekteydiler. Ajansı sunan kişiye ayıp olmasın, oradaki insanlara saygısızlık olmasın diye. Aslında farkında olunmayabilir fakat aklımız almadığı ve ufkumuzun ötesindeki bilimsel gelişmelere aynı tepkiyi vermediğimizi kim iddia edebilir? Bilincin bedende hapsedildiğini ve beden dolayısıyla kendinde dünyanın eylemine maruz kaldığını varsayarak, algının pozitif psikolojisini oluşturmaya kalkışırsak, nesneyi ve dünyayı bilince belirledikleri şekilde betimlenmeye yönelmiş oluruz ve böylece dolaysız olarak mevcut olan bu dünyanın, yani bildiğimiz tek dünyanın, aynı zamanda kendisi hakkında konuşmaya hakkımız olan tek dünya olup olmadığını sorgulamaya girişiriz.[75]

Film aynı zamanda sorular da üretmektedir seyircinin zihninde, biricik kızının öleceğini bilen biri, bile bile yine de çocuk sahibi olabilir mi? Fizik profesörü Ian Donnelly olacakları en baştan bilse, Dr. Louise’den uzak durur muydu? İnsan yolculuğun kendisini götüreceği yeri bilmesine rağmen ona kucak açarak her anını içtenlikle karşılayabilir mi sahiden? İnsan belleğinin işleyişine ne kadar hâkim ve belleğin insana sunduklarının ne kadarı hakikat ve ne kadarı insanın onu sonradan kendi yararına değiştirip yumuşatmasından oluşmaktadır? Kelimelerin ötesinde insanların niyetlerini nasıl açığa kavuşturabiliriz? Bilgilerini paylaşmadan dünyada kiminle ya da nasıl iş birliği yapılabilir?

Kaynaklar

Abisel, Nilgün. (2016). Popüler Sinema ve Film Türleri. Ankara: De ki Basım Yayım.

Adorno, Theodor W. (2011). Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi. İstanbul. İletişim Yayınları.

Adorno, Theodor W. (2017). Minima Moralia. İstanbul. Metis Yayınları.

Adorno, Theodor W. ve Horkheımer, Max. (2014). Aydınlanmanın Diyalektiği. İstanbul. Kabalcı Yayıncılık.

Babaoğlu, Fatih. (2004). Bilimkurgu Sinemasının Mimari Ütopya Kavramı Bağlamında Bir Temsiliyet Aracı Olarak Kullanılması. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Endüstrisi.

Barthes, Roland. (2014). Göstergebilimsel Serüven. Çev. Mehmet Rifat ve Sema Rifat. İstanbul. Yapı Kredi Yayınları.

Başaran, Tuna. (2007).  Soğuk Savaş Sonrası Bilimkurgu Sinemasında Distopik Sistemler ve Kontrol Mekanizmaları. Yüksek Lisans Tezi. Ankara. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema Ana Bilim Dalı.

Baştan, Yücel. (2016). Diplomaside Alan Genişlemesi: Dijital Diplomasi. Yüksek Lisans Tezi. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi.

Bornstein, Thorsten Botz. (2009). Filmler ve Rüyalar. Çev. Cem Soydemir. İstanbul: Metis Yayınları.

Buehler, A. F. (2014). İslamfobi Batı’nın Karanlık Tarafının Bir Yansıması. Çev. Mehmet Atalay. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 55:1

Cevizoğlu, Hulki. (2019). Beden ve Teknoloji. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

Erol, Volkan. (2013). Bilimkurgu Sinemasında Distopya ve Siberpunk Çerçevesinde Dönüşen Gelecek Tasvirleri. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema Anabilim Dalı.

Fattor, Eric. (2017). Amerikan İmparatorluğu ve Eğlence Cephanesi. Yumuşak Güç ve Küresel Silahlanma. Çev. Papatya Tabak. İstanbul: Avangard Yayınları.

Hepp, Andreas. (2015). Medyatikleşen Kültürler. Çev. Çiğdem Bozdağ, Elif Posos- Devrani. Ankara: Dipnot Yayınları.

Ünver, Büşra. (2016). Mekânsal Dönüşümlerin Distopik Bilimkurgu Sineması Aracılığı İle İncelenmesi Ve Mimari Öngörüler. Doktora Tezi. İstanbul. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü.

Robins, Kevin. (2013). İmaj. İstanbul. Ayrıntı Yayınları.

Somay, Bülent. (2016). Savaşa Karşı Bilimkurgu Öyküleri: Asker Kaçağı. İstanbul: Metis Yayınları.

Svendsen, Lars Fr H. (2017). Korkunun Felsefesi. Çev. Murat Erşen. İstanbul. Redingot Kitap Yayınları.

Şen, Aygün. (2018). Bilimkurgu Sinemasında Ekolojik Adalet ve Ekoeleştiri. İlef Dergisi. 5/1.

Topuz, Özlem. (2013). Bilimkurgu Filmlerinin Mimari Açıdan Gelecekle İlgili Fikirlerin Oluşmasına Katkısı. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Anabilim Dalı Mimari Tasarım Programı.

Yürür, Fatih. (2015). Bilimkurgu Sinemasında Güncel Korkuların Yansıması: Post Apokaliptik Filmler. Yüksek Lisans Tezi. Kocaeli. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Ve Sinema Anabilim Dalı.

Yücel, Gökhan. (2016). Dijital Diplomasi. TRT Akademi. 1 (2).

İnternet

http://antarcticaedu.com/geo1025.htm (06.06.2020)

http://www.asimovonline.com/oldsite/asimov_titles.html (06.06.2020)

https://tr.wikipedia.org/wiki/Karel_%C4%8Capek (06.06.2020)

https://tr.wikipedia.org/wiki/Uzay_operas%C4%B1 (14.06.2020)

https://tr.wikipedia.org/wiki/Vietnam_Sava%C5%9F%C4%B1 (14.06.2020)

http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/hgdmakale/2012-1/5.pdf (14.06.2020)

http://acikerisim.kirklareli.edu.tr:8080/xmlui/handle/20.500.11857/767 (14.06.2020)

http://www.tpocg.org/blog/sapir-whorf-hipotezi-ve-dil (14.06.2020)

https://www.filmloverss.com/arrival-sapir-whorf-hipotezi-dairesel-zaman-algisi-uzerine/#:~:text=Dilbilimci%20olan%20Edward%20Sapir%20ve,d%C3%BC%C5%9F%C3%BCnceyi%20belirlemekten%20%C3%A7ok%2C%20alg%C4%B1lar%C4%B1%20etkilemesidir. (14.06.2020)

https://tr.wikipedia.org/wiki/S%C4%B1f%C4%B1r_toplaml%C4%B1_oyun#:~:text=Oyun%20ve%20ekonomi%20teorilerinde%2C%20her,%C3%A7%C4%B1kar%C4%B1ld%C4%B1%C4%9F%C4%B1nda%20sonu%C3%A7%20toplam%C4%B1%20s%C4%B1f%C4%B1r%20olacakt%C4%B1r. (15.06.2020)

https://www.bilimma.com/sifir-toplamsiz-oyun-arrival/ (15.06.2020)

[1] Abisel, Nilgün. (2016). Popüler Sinema ve Film Türleri. Ankara: De ki Basım Yayım. s:18.

[2] Abisel, Nilgün. (2016). Popüler Sinema ve Film Türleri. Ankara: De ki Basım Yayım. s:45.

[3] Şen, Aygün. (2018). Bilimkurgu Sinemasında Ekolojik Adalet ve Ekoeleştiri. İlef Dergisi. 5/1. s:45.

[4] Abisel, Nilgün. (2016). Popüler Sinema ve Film Türleri. Ankara: De ki Basım Yayım. s:27.

[5] Abisel, Nilgün. (2016). Popüler Sinema ve Film Türleri. Ankara: De ki Basım Yayım. s:61.

[6] Başaran, Tuna. (2007).  Soğuk Savaş Sonrası Bilimkurgu Sinemasında Distopik Sistemler ve Kontrol Mekanizmaları. Yüksek Lisans Tezi. Ankara. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema Ana Bilim Dalı. s:41.

[7] http://antarcticaedu.com/geo1025.htm

[8] Ünver, Büşra. (2016). Mekânsal Dönüşümlerin Distopik Bilimkurgu Sineması Aracılığı İle İncelenmesi Ve Mimari Öngörüler. Doktora Tezi. İstanbul. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü. s:10.

[9] Başaran, Tuna. (2007).  Soğuk Savaş Sonrası Bilimkurgu Sinemasında Distopik Sistemler ve Kontrol Mekanizmaları. Yüksek Lisans Tezi. Ankara. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema Ana Bilim Dalı. s:46.

[10] http://www.asimovonline.com/oldsite/asimov_titles.html

[11] https://tr.wikipedia.org/wiki/Karel_%C4%8Capek

[12] Şen, Aygün. (2018). Bilimkurgu Sinemasında Ekolojik Adalet ve Ekoeleştiri. İlef Dergisi. 5/1. s:45.

[13] Somay, Bülent. (2016). Savaşa Karşı Bilimkurgu Öyküleri: Asker Kaçağı. İstanbul: Metis Yayınları. s:9.

[14] Erol, Volkan. (2013). Bilimkurgu Sinemasında Distopya ve Siberpunk Çerçevesinde Dönüşen Gelecek Tasvirleri. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema Anabilim Dalı. s:4.

[15] Babaoğlu, Fatih. (2004). Bilimkurgu Sinemasının Mimari Ütopya Kavramı Bağlamında Bir Temsiliyet Aracı Olarak Kullanılması. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Endüstrisi. s:55.

[16] Babaoğlu, Fatih. (2004). Bilimkurgu Sinemasının Mimari Ütopya Kavramı Bağlamında Bir Temsiliyet Aracı Olarak Kullanılması. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Endüstrisi. s:56.

[17] Topuz, Özlem. (2013). Bilimkurgu Filmlerinin Mimari Açıdan Gelecekle İlgili Fikirlerin Oluşmasına Katkısı. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Anabilim Dalı Mimari Tasarım Programı. s:15.

[18] https://tr.wikipedia.org/wiki/Vietnam_Sava%C5%9F%C4%B1

[19] https://tr.wikipedia.org/wiki/Uzay_operas%C4%B1

[20] Babaoğlu, Fatih. (2004). Bilimkurgu Sinemasının Mimari Ütopya Kavramı Bağlamında Bir Temsiliyet Aracı Olarak Kullanılması. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Endüstrisi. s:56.

[21] Topuz, Özlem. (2013). Bilimkurgu Filmlerinin Mimari Açıdan Gelecekle İlgili Fikirlerin Oluşmasına Katkısı. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Anabilim Dalı Mimari Tasarım Programı. s:15.

[22] Babaoğlu, Fatih. (2004). Bilimkurgu Sinemasının Mimari Ütopya Kavramı Bağlamında Bir Temsiliyet Aracı Olarak Kullanılması. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Endüstrisi. s:56.

[23] Topuz, Özlem. (2013). Bilimkurgu Filmlerinin Mimari Açıdan Gelecekle İlgili Fikirlerin Oluşmasına Katkısı. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Anabilim Dalı Mimari Tasarım Programı. s:16.

[24] Babaoğlu, Fatih. (2004). Bilimkurgu Sinemasının Mimari Ütopya Kavramı Bağlamında Bir Temsiliyet Aracı Olarak Kullanılması. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Endüstrisi. s:56.

[25] Topuz, Özlem. (2013). Bilimkurgu Filmlerinin Mimari Açıdan Gelecekle İlgili Fikirlerin Oluşmasına Katkısı. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Anabilim Dalı Mimari Tasarım Programı. s:17.

[26] Babaoğlu, Fatih. (2004). Bilimkurgu Sinemasının Mimari Ütopya Kavramı Bağlamında Bir Temsiliyet Aracı Olarak Kullanılması. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Endüstrisi. s:56.

[27] Topuz, Özlem. (2013). Bilimkurgu Filmlerinin Mimari Açıdan Gelecekle İlgili Fikirlerin Oluşmasına Katkısı. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Anabilim Dalı Mimari Tasarım Programı. s:20.

[28] Babaoğlu, Fatih. (2004). Bilimkurgu Sinemasının Mimari Ütopya Kavramı Bağlamında Bir Temsiliyet Aracı Olarak Kullanılması. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Endüstrisi. s:63.

[29] Adorno, Theodor W. (2017). Minima Moralia. İstanbul. Metis Yayınları. s:209.

[30] Adorno, Theodor W. (2011). Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi. İstanbul. İletişim Yayınları. s:77.

[31] Adorno, Theodor W. (2017). Minima Moralia. İstanbul. Metis Yayınları. s: 215.

[32] Robins, Kevin. (2013). İmaj. İstanbul. Ayrıntı Yayınları. s: 45.

[33] Abisel, Nilgün. (2016). Popüler Sinema ve Film Türleri. Ankara: De ki Basım Yayım. s:140.

[34] Başaran, Tuna. (2007).  Soğuk Savaş Sonrası Bilimkurgu Sinemasında Distopik Sistemler ve Kontrol Mekanizmaları. Yüksek Lisans Tezi. Ankara. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema Ana Bilim Dalı. s:56.

[35] https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1yamet_sonras%C4%B1_bilimkurgusu

[36] Svendsen, Lars Fr H. (2017). Korkunun Felsefesi. Çev. Murat Erşen. İstanbul. Redingot Kitap Yayınları. s:18.

[37] Yürür, Fatih. (2015). Bilimkurgu Sinemasında Güncel Korkuların Yansıması: Post Apokaliptik Filmler. Yüksek Lisans Tezi. Kocaeli. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Ve Sinema Anabilim Dalı. s:95.

[38] Şen, Aygün. (2018). Bilimkurgu Sinemasında Ekolojik Adalet ve Ekoeleştiri. İlef Dergisi. 5/1. s:47.

[39] Şen, Aygün. (2018). Bilimkurgu Sinemasında Ekolojik Adalet ve Ekoeleştiri. İlef Dergisi. 5/1. s:45.

[40] Başaran, Tuna. (2007).  Soğuk Savaş Sonrası Bilimkurgu Sinemasında Distopik Sistemler ve Kontrol Mekanizmaları. Yüksek Lisans Tezi. Ankara. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema Ana Bilim Dalı. s:44.

[41] İnsan biçimcilik.

[42] Topuz, Özlem. (2013). Bilimkurgu Filmlerinin Mimari Açıdan Gelecekle İlgili Fikirlerin Oluşmasına Katkısı. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Anabilim Dalı Mimari Tasarım Programı. s:21.

[43] Semasiografi: Yunanca semasia (ifade)  ve graphia (yazma) kelimelerinden türemiş “işaretlerle yazma” anlamındaki kelime.

[44] Mistifikasyon: Karşısındaki kişinin üzülmemesi için veya gerçek düşüncenin hoş karşılanmayacağı düşünülerek, fikirlerin ve duygunun bilinçli olarak saklandığı iletişimsizlik durumu.

[45] Hepp, Andreas. (2015). Medyatikleşen Kültürler. Çev. Çiğdem Bozdağ, Elif Posos- Devrani. Ankara: Dipnot Yayınları. s:29.

[46] Barthes, Roland. (2014). Göstergebilimsel Serüven. Çev. Mehmet Rifat ve Sema Rifat. İstanbul. Yapı Kredi Yayınları. s:60.

[47] Barthes, Roland. (2014). Göstergebilimsel Serüven. Çev. Mehmet Rifat ve Sema Rifat. İstanbul. Yapı Kredi Yayınları. s:162.

[48] http://acikerisim.kirklareli.edu.tr:8080/xmlui/handle/20.500.11857/767

[49] Barthes, Roland. (2014). Göstergebilimsel Serüven. Çev. Mehmet Rifat ve Sema Rifat. İstanbul. Yapı Kredi Yayınları. s:159.

[50] http://www.tpocg.org/blog/sapir-whorf-hipotezi-ve-dil

[51] Cevizoğlu, Hulki. (2019). Beden ve Teknoloji. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. s:70.

[52] Cevizoğlu, Hulki. (2019). Beden ve Teknoloji. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. s:70.

[53] Başaran, Tuna. (2007).  Soğuk Savaş Sonrası Bilimkurgu Sinemasında Distopik Sistemler ve Kontrol Mekanizmaları. Yüksek Lisans Tezi. Ankara. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema Ana Bilim Dalı.

[54] Şen, Aygün. (2018). Bilimkurgu Sinemasında Ekolojik Adalet ve Ekoeleştiri. İlef Dergisi. 5/1.

[55] Cevizoğlu, Hulki. (2019). Beden ve Teknoloji. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. s:70.

[56]https://www.filmloverss.com/arrival-sapir-whorf-hipotezi-dairesel-zaman-algisi      uzerine/#:~:text=Dilbilimci%20olan%20Edward%20Sapir%20ve,d%C3%BC%C5%9F%C3%BCnceyi%20belirlemekten%20%C3%A7ok%2C%20alg%C4%B1lar%C4%B1%20etkilemesidir.

[57] Cevizoğlu, Hulki. (2019). Beden ve Teknoloji. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. s:67.

[58] Cevizoğlu, Hulki. (2019). Beden ve Teknoloji. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. s:69.

[59] Bourdieu, Pierre. (2019). Akademik Aklın Eleştirisi. İstanbul. Metis Yayınları. s: 2

[60] Babaoğlu, Fatih. (2004). Bilimkurgu Sinemasının Mimari Ütopya Kavramı Bağlamında Bir Temsiliyet Aracı Olarak Kullanılması. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Endüstrisi. s:65.

[61] Svendsen, Lars Fr H. (2017). Korkunun Felsefesi. Çev. Murat Erşen. İstanbul. Redingot Kitap Yayınları. s:55.

[62] Buehler, A. F. (2014). İslamfobi Batı’nın Karanlık Tarafının Bir Yansıması. Çev. Mehmet Atalay. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 55:1 s:138.

[63] Svendsen, Lars Fr H. (2017). Korkunun Felsefesi. Çev. Murat Erşen. İstanbul. Redingot Kitap Yayınları. s:35.

[64] Svendsen, Lars Fr H. (2017). Korkunun Felsefesi. Çev. Murat Erşen. İstanbul. Redingot Kitap Yayınları. s:33.

[65] http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/hgdmakale/2012-1/5.pdf

[66] https://tr.wikipedia.org/wiki/Avustralya_Aborjinleri

[67] Svendsen, Lars Fr H. (2017). Korkunun Felsefesi. Çev. Murat Erşen. İstanbul. Redingot Kitap Yayınları. s:154.

[68] Baştan, Yücel. (2016). Diplomaside Alan Genişlemesi: Dijital Diplomasi. Yüksek Lisans Tezi. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi. s:84.

[69] Yücel, Gökhan. (2016). Dijital Diplomasi. TRT Akademi. 1 (2). s:752.

[70] Adorno, Theodor W. ve Horkheımer, Max. (2014). Aydınlanmanın Diyalektiği. İstanbul. Kabalcı Yayıncılık. s:128.

[71]https://tr.wikipedia.org/wiki/S%C4%B1f%C4%B1r_toplaml%C4%B1_oyun#:~:text=Oyun%20ve%20ekonomi%20teorilerinde%2C%20her,%C3%A7%C4%B1kar%C4%B1ld%C4%B1%C4%9F%C4%B1nda%20sonu%C3%A7%20toplam%C4%B1%20s%C4%B1f%C4%B1r%20olacakt%C4%B1r.

[72] https://www.bilimma.com/sifir-toplamsiz-oyun-arrival/

[73] Bornstein, Thorsten Botz. (2009). Filmler ve Rüyalar. Çev. Cem Soydemir. İstanbul: Metis Yayınları. s:11.

[74] Svendsen, Lars Fr H. (2017). Korkunun Felsefesi. Çev. Murat Erşen. İstanbul. Redingot Kitap Yayınları. s:161.

[75] Cevizoğlu, Hulki. (2019). Beden ve Teknoloji. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. s:53.

Benzer Yazılar

Yorum Yazın